31 Ocak 2006

SineTek Avrupa Şubat 2006


Her hafta özenle seçilmiş ödüllü bir Avrupa filminin yer aldığı Ankara Sinema Kültürü Derneği SineTek Avrupa film festivalinin Şubat 2006 programını aşağıda bulabilirsiniz..


SineTek Avrupa Şubat 2006 Programı
Her Perşembe Saat: 19.30
Tüze Ankapol Sineması (Kızılırmak Sok. No:14, Kızılay / Tel:419 39 59)
Filmler Türkçe altyazılıdır

2 Şubat Perşembe Saat:19.30
PORNOGRAFİK BİR İLİŞKİ
UNE LIAISON PORNOGRAPHIQUE / A PORNOGRAPHIC AFFAIR
Yönetmen: Frédéric Fonteyne
1999 Venedik FF En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Kadın Oyuncu Ödülleri
2000 Tromsø FF İzleyici Ödülü
2001 Sant Jordi Ödülleri: En İyi İspanyol Erkek Oyuncu


Ülkemizde de gösterilen yeni filmi Gilles’in Karısı ile büyük beğeni toplayan Belçika Sineması’nın genç ve yetenekli yönetmeni Frédéric Fonteyne’in bir önceki filmi Pornografik Bir İlişki, bir dergiye verdikleri ilanla tanışıp otel odasında buluşan ve gizemli fanteziler yaşayan bir erkekle kadının zarif ve baştan çıkarıcı öyküsünü anlatıyor. Tamamen cinselliğe dayalı bir ilişki yaşamanın mümkün olup olmadığını sorgulayan filmde, kadın ve erkek birkaç yıl önce yaşanmış mahrem bir ilişki üzerine gizemli bir röportajcının sorularını yanıtlıyorlar. Başrollerinde olağanüstü oyunculukları ile dikkati çeken bu modern çağ öyküsünde yönetmen, estetik kaygısını görsel zenginlikle buluşturmayı başarıyor.

Kırklarında bir adam ve kadın bir dergiye verdikleri ilan yoluyla tanışırlar ve duygudan uzak cinsel bir ilişki için her hafta buluşmaya karar verirler. Başlangıçta buluşmaları heyecan verici ve gizemlidir. Birbirlerine isimlerini söylemeyecekleri ve yaşamları hakkında soru sormayacakları konusunda anlaşırlar. Ama zaman ilerledikçe, aralarındaki bağ gelişir ve adam otel odasına gitmeden önce bir akşam yemeği yemeyi teklif eder. Yaşadıkları fantezileri normal bir ilişkiye dönüştürmek istediklerinde ise ilişkinin seyri değişir…

9 Şubat Perşembe Saat:19.30 / 11 Şubat Cumartesi Saat:10.00
KURBAĞALARIN KEHANETİ
LA PROPHÉTIE DES GRENOUILLES / RAINING CATS AND FROGS
Yönetmen: Jacques-Remy Girerd
2004 Berlin FF Özel Mansiyon ve Cam Ayı
2004 Chicago Çocuk Filmleri Festivali Yetişkin Jürisi Ödülü
2004 Ottawa Canlandırma Filmleri Festivali Büyük Ödül


Kurbağaların Kehaneti, Belleville’de Randevu ile birlikte yakın zamanda dünyada en fazla gösterime girmiş Fransız canlandırma filmi olma özelliğine sahip. Yönetmen Jacques Remy Girard’ın hummalı bir emeğinin ürünü olan bu elle çizilmiş film, son yıllarda yapılmış bu türün en iyi örneklerden biri. Gerek detayların olağanüstü çizimi gerekse çok iyi kullanılmış renkleri ve insancıl konusu ile tüm dünyada her yaştan hatırı sayılır bir hayran kitlesi kazandı. Cana yakın hayvanları ve insanları, olağanüstü olay örgüsü, kahramanları ve usta anlatımı ile yediden yetmişe herkesin görmesi gereken bir canlandırma örneği.

16 Şubat Perşembe Saat:19.30
GALILE’DE DÜĞÜN
NOCE EN GALILÉE / WEDDING IN GALILEE
Yönetmen: Michel Khleifi
1987 Cannes FF FIPRESCI (Eleştirmenler) Ödülü
1987 San Sebastián FF Altın İstridye Ödülü (En İyi Film)
1988 Carthage FF En İyi Film Ödülü
1988 Joseph Plateau Ödülleri: En İyi Belçika Filmi, En İyi Görüntü ve En İyi Benelüks Filmi Ödülleri

23 Şubat Perşembe Saat:19.30
YATAĞIN DİĞER YANI
EL OTRO LADO DE LA CAMA / THE OTHER SIDE OF THE BED
Yönetmen: Emilio Martínez Lázaro
2003 Goya Ödülleri: En İyi Ses
2002 Málaga İspanyol FF En İyi Film ve İzleyici Ödülleri
2002 Ondas Ödülleri: En İyi Kadın Oyuncu Ödülü

Ayrıntılı bilgi için:
Ankara Sinema Kültürü Derneği
Tel:
(0312) 467 2002
Faks: (0312) 466 4824
e-mail:
info@askfest.org
www.askfest.org

29 Ocak 2006

Munich (2005)

Yoru
Yurtdışında çekimleri başlamadan dahi üzerinde çok tartışılan, ve gösterime girdikten sonra da tartışmalar bitmeyen bir film söz konusu olunca, izlemeden karar vermek çok da doğru değil diye düşünüyorum. Her ne kadar yönetmenin son dönem çalışmaları beni tatmin etmemiş olsa ve filmin konusu itibariyle iyi yönde olmayan bir önyargı oluşsa da, çalışmanın merak uyandırdığı gerçeğini de zaten inkar edemem. Üstelik son dönemde sinemalarımıza kaliteli yapımların nadiren uğradığını düşünürsek, 27 Ocak'ta ülkemizde vizyona giren filmin, bu anlamda birçok sinemasever gibi benim için de bir umut olduğunu söylemem gerek. Bu düşüncelerle hazır Bilkent Cinebonus Sineması'nın da en büyük salonu olan Salon 1'de gösterime girmişken vakit kaybetmeden filmi izlemek istedim. Birkaç arkadaşım, bendeki önyargılarınlarına yenik düşerek izlemek istemese de değerli dostum Levent Güner ile birlikte 17:45 seansında filmimizi izledik. Sonuçta çoğu önyargının yanlış olduğunu görsek ve genel anlamda kötü olmayan bir film izlesek de, birçok sebepten tam anlamıyla olmamış bir yapım vardı karşımızda..

Film Üzerine:
Son olarak War of the Worlds ile hayranlarını hayal kırıklığına uğratan ünlü yönetmen Steven Spielberg'in, 1993 yapımı Schindler's List filmindeki başarısının ardından tekrar Yahudileri konu ettiği bir film Munich. Filmde, 1972 Münih Olimpiyatları'nda Filistin adına eylem yaptıklarını söyleyen Kara Eylül isimli terörist grubun 11 İsrail'li sporcuyu katletmesi sonrasında İsrail hükümeti'nin emriyle Mossad ajanlarının gizli bir operasyonla bu olayın sorumlusu olarak adı geçen 11 kişiyi yok etme çabaları anlatılıyor. Doğrusu üç saate yaklaşan süresine ve düz bir kurgu ile karakterlere zaman ayırarak, olayların gelişimini sıralı olarak anlatma yoluna gitmesine rağmen Munich, sıkılmadan izlenebilen bir yapım. Sonuçta olimpiyatların sonrasına dair bir film, ancak bu kadar uzun sürede, olimpiyatlarda yaşananları kısaca geçmek yerine, keşke olayların öncesine ve içeriğine daha çok zaman ayrılsaydı diye düşünmemek elde değil. Filmde temel olarak taraf tutmaktan haklıyı aramaktan çok, terörist de olsa ajan da olsa vatanı için doğruyu da yanlışı da yapsa, herkesin insan olduğunu vurgulanmak istenmiş. Özellikle her iki tarafın da aile yaşamını ön plana çıkaran, ajanların kendi içlerindeki doğruyu bulma çabalarına sık sık vurgu yapan, ve en sonunda vatan için doğru yanlıştan çok insan olmanın gerçeklerini farkederek, ailenin en önemli olduğu sonucuna varan bir yapım Munich. Tabi bunda Spielberg kadar, senaryonun sonradan yenilenmesinde görev alarak filmi daha insancıl bir dram haline getiren senaryo yazarı Tony Kushner'in de büyük rolü var sanıyorum.

Oyuncular Üzerine:
Açıkcası konusu ve yönetmeni kadar oyuncuları ile de ön plana çıkan bir film var karşımızda. Ailesini yakinen tanıdığımız ve filmin temelindeki baş ajan Avner rolünde Eric Bana, hırçın ajan Steve rolünde -yeni James Bond- Daniel Craig, bomba uzmanı ajan Robert rolünde Mathieu Kassovitz ilk bakışta göze çarpan isimler. Bunların yanında özellikle -Rome dizisinde Julius Caesar rolünde de izlediğimiz- ajan Hans karakteriyle Ciarán Hinds ve Fransız haber alma mafyasının başı Papa (Baba) karakteriyle Michael Lonsdale çok başarılı performanslar ortaya koyuyorlar.

Hikayeye dönersek, Yahudi kökenli yönetmen Spielberg'in yaşanan bir terör olayının da sonrasında yapılanlar için bir taraf tutacaksa hangi tarafı tutacağını tahmin etmek zor değil. Film içinde buna dair öğeler de zaten mevcut, ancak yine de nihai amacın taraf tutmak değil sadece insan olma temelinde yaşananların sorgulanması olduğunu tekrar etmem lazım. Bu bir açıdan önyargıların boşuna olduğunu gösteriyor, bir yandan da filmi sanki apolitik, tarafsız olmaya çalışan, arada kalmış bir yapım haline getiriyor. Olanların herkesin insan olduğu gerçeğiyle filmdeki gibi olması gayet muhtemel, ancak taraf tutmuyor görünmek herşeyi insan dramına dönüştürmek üstelik sonuca ve geleceğe dair birşeyler ortaya koyamamak, böylesine bir konuda fazlaca kaçamak dövüşmek anlamına geliyor ne yazık ki. Bu anlamda Spielberg'ten olumlu yada olumsuz cesur ve sonuca yönelik bir tavır bekleyenler hayal kırıklığı yaşayacaklar.. Yaşananlar içinde dikkat çeken bir nokta da dünyadaki belirli grupların herşeyi biliyor ve herkesi yönetiyor olduğu gerçeğinin altının çizilmesi. Fransız bir aile özelinde ortaya konan haber alma mafyası, ilginç bir şekilde ajanlarla da teröristlerle de devletlerle de içiçe ve herkesin yaşamı belirli güçlerin kontrolü altında. Bence bu kısım da filmin içinde atlanmaması gereken çarpıcı bir gerçek.. Sonuçta önyargılardan uzak olarak izlendiğinde, hayli uzun olmasına ve beklenen anlamda belirli bir sonuç ortaya koyamamasına rağmen, kötü olmayan ama çok daha iyi olabilecek bir yapım..

Linkler:

27 Ocak 2006

End Day (2006)

Perşembe akşamı, kar ve soğuk muhalefeti nedeniyle Sinetek film gösterimi yerine evin yolunu tutmam gerekince, NTV ekranlarındaki ilginç belgeseli izleme fırsatı bulmam benim için çok güzel bir teselli oldu. Zaten ciddi ve kaliteli yayınları ile en çok izlediğim kanallardan biri olan NTV'nin -özellikle son dönemde- başarılı belgesellere yoğun olarak yer vermesi çok güzel bir gelişme. Konusu itibari ile ilk anda dikkatimi çeken bu belgesel de beklentilerimi boşa çıkarmadı doğrusu.

BBC tarafından çekilen
End Day (Son Gün), bilim adamlarının araştırmalarından ve gerçeklerden yola çıkarak dünyanın son günününe dair komplo teorilerinini konu edinen çarpıcı bir belgesel. Orijinal BBC yapımında dev dalgalar, göktaşı yağmuru, korkunç virüs salgını, yanardağ patlaması ve tüm dünyayı içine alacak kara delik olarak 5 kıyamet senaryosunu ele alan yapımın, NTV tarafından -benim de bir tanesini kaçırmış olmam muhtemel ama- yanardağ hariç 4 tanesinden oluşan bir kurgusu gösterildi.
Belgesel, Dr. Howell isminde bir bilim adamının aynı günü 5 kez yaşaması; her sabah uyanması ve bilmediğimiz önemli işi için Londra'dan New York'a gitmeye çalışırken dünyayı vuran farklı bir kıyamet senaryosunu yaşaması üzerine dönüyor. İlkinde Batı Afrika yakınlarındaki bir adanın volkanik patlamalar sonucu sulara gömülmesi ve okyanusta oluşan dev dalgaların, tsunami halinde New York başta olmak üzere tüm Doğu Amerika'yı sular altında bırakması; ikincisinde ölü bir kuyruklu yıldızın durdurulamayarak, dev bir göktaşı olarak Berlin yakınlarına çarpması ve Orta Avrupa'ya verdiği zarar; üçüncüsünde Güney Asya'dan Londra'ya gelen bir uçaktaki yolculardan yayılan korkunç bir virüsün salgın halinde tüm İngiltere'yi ele geçirmesi, dördüncüsünde ise Kuzey Amerika'daki dev bir yanardağın aniden patlaması sonucu gerek lavlar gerekse volkanik kül yağmurları ile tüm kıtanın yaşamını yoketmesi anlatılıyor. Her seferinde gerçekleşen bu kıyamet senaryoları sonucu önemli işine varamayan Dr. Howell'ın, en sonuncu teoride ise kara deliğe yol açacak bilimsel çalışmalar yapan bir şirketin başı olduğunu anlıyor ve New York'a ulaştığında önemli bir deneyi başlatarak dünyayı yok etmesini sadece bizler izliyoruz..

Belgeselde konu edinen kıyamet senaryolarının olası gerçeklere dayanması, izleyen herkesi bu konularda düşünmeye itiyor. Özellikle böyle bir şeye sebep olabilecek bir bilim adanının gözünden aynı günün nasıl farklı bir son ile bitebileceğini izlemek de oldukça etkileyici, böylesine bir kurgu böylesine bir konu için çok başarılı bir seçim olmuş. İçerik ve kurgu dışında en dikkat çeken özellikler elbette bilgisayar efektleri. Özellikle tsunami altındaki New York ve göktaşı düşen Berlin çok büyük bütçeli filmlerdeki kadar görkemli.. Gerçek görüntüler üzerine oturtulmuş bu başarılı bilgisayar grafikleri, yaşananların tümünün benimsenmesinde son derece etkili oluyorlar. Sonuç olarak gerek dünyayı bekleyen olası sonları merak edenler için, gerekse efektleri kurgusu ile film gibi görkemli bir belgesel izlemek isteyenler için kaçırılmaması gereken bir yapım..

19 Ocak 2006

Secretos Del Corazón (1997)


Bayramda ara veren SineTek Avrupa film gösterimleri bu hafta yine bir İspanyol filmi ile devam ediyordu. Birkaç arkadaşım önceden gelebileceklerini belirtseler de Ocak ayının üçüncü Perşembe günü olan gösterime de tek başıma gittim, her zamanki gibi önce Balkon en ön sıradan biletimi aldım, ancak bu sefer Ankapol Sineması karşısındaki Otantik Kumpir'de yemek yerine sinemada birşeyler atıştırmayı tercih ettim.. Bu sürede belirli bir bölümü Ankara'da sinema eğitimi veren kurumların hoca ve öğrencileri olan SineTek camiası gitgide kalabalıklaştı. Sonradan sürpriz olarak değerli arkadaşım Ethem Orhan da karşımda belirdi, ancak farklı yerlerden biletler aldığımız için bu sefer beraber izleme fırsatımız olamadı. 19:30 sularında içeriye alındık, bu hafta Ankara Sinema Kültürü Derneği başkanı Bülent Gündüz yoktu, dolayısıyla her hafta alıştığımız konuşmasını duyamadık ve hemen gösterime geçildi..

Film üzerine:
Secretos Del Corazón (Kalbin Sırları), bu yıl son filmi Obaba ile İspanya’dan Yabancı Film Dalı’nda Oscar adayı Montxo Armendáriz'ın yazdığı ve yönettiği ödüllü bir yapım. Başta 1998 Oscar Ödülleri En İyi Yabancı Film Adayı olması yanında 1997 Berlin FF En İyi Avrupa Filmi ve dört 1998 Goya Ödülü mevcut. Tıpkı bir önceki Sinetek Avrupa gösterimi La Lengua De Las Mariposas filminde olduğu gibi küçük bir çocuğun gözünden anlatılıyor hikaye, ancak bu sefer başta kendi ailesi hakkındaki sırlar olmak üzere abisi ve arkadaşı ile çeşitli gizemleri aydınlatmaya çalışan bir çocuğun maceraları üzerine sıradışı bir film var karışımızda. 1960'ların İspanyası'nda annesi ve amcası köydeki evlerinde yaşarken, abisi ile birlikte kasabadaki okula gitmek için iki teyzesi ile kalan çocuk, terkedilmiş bir evde ölülerin seslerini duyduğunu düşünmektedir. Abisinin de yönlendirmeleri sonucu gerek -zamanında bir aşk cinayeti işlenen- bu evin, gerekse köydeki evlerindeki -babasının ölü bulunduğu- kapalı duran odanın sırlarını keşfetmek için elinden geleni yapacaktır. Erkek-kadın arasındaki cinsel ilişkilere bir çocuğun gözünden yaklaşılmasının getirdiği mizahın da etkili olduğu filmde, çocuğun anne-amca ve teyze-gizemli evdeki adam arasındaki ilişkileri sorgulaması, zamanla yetişkinlerin yalan, aşk ve ölümle örülü dünyasını anlamasını ve ailesi ile ilgili sırlara ulaşmasını sağlayacaktır.

Secretos Del Corazón, genelde yavaş işleyen tempoya sahip olsa da yalın gizemli anlatımını sonuna kadar sürdürmeyi başararak insanı izlemeye sevkeden bir yapım. Aslında ciddi anlamda karmaşık entrikalar söz konusu değil, insan-aile-toplum arasındaki ilişkiler sonucu ortaya çıkan sorunlara dair yalanlar ve sırlar var sadece. Ancak, hikayenin çocuğun gözünden gelişiminin aktarılması, izleyici tarafından da bu gözle izlenmesi filmi ciddi anlamda başarılı kılıyor. Kadın-erkek ilişkilerine -boşanmanın ve evlilik dışı ilişkinin kabul edilmediği Katolik- toplumun bakışı ve çocuk tarafından bunların algılanışının farklılığı filmin temelinde işlenen konu. Özellikle okuldaki kız-erkek ilişkilerinin çocuklar üzerindeki etki ve tepkileri üzerine mizahi yaklaşımlar en çok eğlendiren bölümler hiç kuşkusuz. Bunun yanında, anne-amca ilişkisinin toplum ve ailede yarattığı problem de dramatik kısmı oluşturuyor. Ancak yıllardır süren sorunlarınin evlilik ile bir anda çözülmesi, neden baştan evlenmemişler sorusunu aklımıza getirmiyor değil. Filmde en dikkat çeken oyuncu, ana çocuk karakteri oynayan Andoni Erburu, bunun yanında diğer oyunculuklar da gayet güzel. Film, sonlara doğru çocuğun gözünde yavaş yavaş aydınlanan gizemler ve en sonunda bizim de onunla birlikte kimliğini keşfetmemiz ile tatmin edici şekilde bitiyor doğrusu..

17 Ocak 2006

63. Altın Küre Ödülleri


Oscarlar'ın habercisi olarak kabul edilen Altın Küreler, Los Angeles’ta dün gece TSİ 03:00'te düzenlenen ve CNBC-e tarafından naklen yayınlanan törenle sahiplerini buldu. 63. Altın Küre Ödülleri’ne beklendiği üzere Brokeback Mountain ve Walk The Line filmleri damgalarını vurdu. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’ı kazanan Ang Lee filmi Brokeback Mountain, En İyi Yönetmen ve Drama dalında En İyi Film dahil toplam 4 dalda ödül alarak gecenin en başarılı yapımı oldu. Ülkemizde vizyon tarihi 9 Aralık 2005 olarak duyurulsa da bildiğim kadarıyla gösterime girmeyen film, iki kovboyun eşcinsel aşkını anlatması sebebiyle eleştirmenler arasında tartışmalara yol açan bir yapım.

Ülkemizde 10 Şubat 2006'da gösterime girecek olan James Mangold filmi Walk the Line, Müzikal veya Komedi dalında En İyi Film başta olmak üzere 3 dalda ödül aldı. Ünlü Country şarkıcısı Johnny Cash’in hayatını anlatan filmdeki ‘Johnny Cash’ rolüyle Joaquin Phoenix, Johnny Depp'in önünde Müzikal veya Komedi dalında En İyi Erkek Oyuncu ödülünü almaya hak kazanırken, En İyi Kadın Oyuncu da aynı filmdeki rolüyle Reese Witherspoon oldu. Drama dalında En İyi Erkek Oyuncu ödülünü Russel Crowe ve Heath Ledger gibi ünlü isimlerin önünde Capote filmiyle Philip Seymour Hoffman aldı. Dram dalında En İyi Kadın Oyuncu ödülüne ise Gwyneth Paltrow, Charlize Theron gibi güçlü isimleri geride bırakarak, Transamerica filmiyle Felicity Huffman layık görüldü.

Hayat boyu üstün başarılar gösteren oyunculara verilen Cecil B. DeMille Ödülü, bu sene 6 Altın Küre adaylığı bulunan Anthony Hopkins'e verildi. Törenlere yardımcı olmak gibi bir misyonu bulunan Miss Golden Globe, geleneksel olarak ünlü bir oyuncunun kızı olarak seçilir. 63. Altın Küre Ödülleri'nde Melanie Griffith and Don Johnson'ın 16 yaşındaki kızları Dakota Johnson, Miss Golden Globe olarak sahneye çıktı. Bunların yanında Desperate Housewives bu yıl da Müzikal yada Komedi dalında En İyi Televizyon Dizisi ödülünün sahibi olurken, Drama dalında En İyi Televizyon Dizisi ödülünü de Lost kazandı.

Drama dalında En İyi Film: Brokeback Mountain
Drama dalında En İyi Kadın Oyuncu: Felicity Huffman (Transamerica)
Drama dalında En İyi Erkek Oyuncu: Philip Seymour Hoffman (Capote)

Müzikal yada Komedi dalında En İyi Film: Walk the Line
Müzikal yada Komedi dalında En İyi Kadın Oyuncu: Reese Witherspoon (Walk the Line)
Müzikal yada Komedi dalında En İyi Erkek Oyuncu: Joaquin Phoenix (Walk the Line)

En İyi Yönetmen: Ang Lee (Brokeback Mountain)
En İyi Senaryo: Larry McMurtry ve Diana Ossana (Brokeback Mountain)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: George Clooney (Syriana)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Rachel Weisz (The Constant Gardener)
En İyi Film Müziği: John Williams (Memoirs of a Geisha)
En İyi Şarkı: A Love That Will Never Grow Old (Beste: Gustavo Santaolalla / Sözler: Bernie Taupin - Brokeback Mountain)
En İyi Yabancı Film: Paradise Now (Yönetmen: Hany Ebu-Assad - Filistin)

Cecil B. DeMille Ödülü: Anthony Hopkins

16 Ocak 2006

The Chronicles of Narnia: The Lion, The Witch and The Wardrobe (2005)


Fantastik dünyada geçen filmlerin başarısı üzerine yenilerinin de gelmesi ve tabi özellikle The Lord of The Rings Trilogy'i izleyip beğenenler için de yeni filmlerdeki beklentinin yüksek olması kaçınılmaz. Ben de, halen Amerika'da King Kong ile amansız gişe savaşını sürdüren bu filmi, hikayesini önceden fazla bilmesem de özellikle fragmanını gördükten sonra ciddi anlamda bekliyordum. Arkadaşlarım iyi bilirler, benim sinemada -özellikle görselliği ile öne çıkan- bir film izlerken dikkat ettiğim konuların en başında büyük ekran - büyük salon olması, ve dublajı ne kadar iyi olursa olsun orijinal dilinde Türkçe altyazılı gösterilmesi gelir. Halbuki 13 Ocak'ta ülkemizde vizyona giren film, Ankara'da ciddi anlamda hakkını vererek gösterecek tek sinema olan AFM Migros'ta dublajlı olarak gösterime girdi. Buna rağmen dublajlı da olsa filmi değerli dostlarım Aycan Okan, Cengizhan Bahar ve Ersan Yıldız ile birlikte ilk gününde izlemek istediğimizde, kalabalık sebebiyle salonda yer bulamadık. Sonrasında haftasonunda değişen salon ayarlamalarının da bir güzelliğini yaşayarak bugün Tüze Armada Sineması 18:40 seansında nispeten büyük bir salon olan Salon 3'te orijinal olarak filmimizi izledik. Sonuçta karşımıza çıkan ise tam anlamıyla fantastik bir çocuk masalı oldu.. Çıkışta beni bekleyen güzel bir sürpriz de değerli arkadaşım Tekin Menteş ile rastlantı sonucu aynı salonda filmi izlediğimizi görmemiz oldu, umuyorum sözleşerek beraber izleyeceğimiz filmler de olacaktır..

Film Üzerine:
Shrek filmlerinin yönetmeni olarak bilinen Andrew Adamson'un, J.R.R. Tolkien'in de ilham aldığı dostu C.S. Lewis'in 7 ciltlik ünlü serisinden kendisinin senaryolaştırdığı animasyon olmayan ilk filmi The Chronicles of Narnia: The Lion, the Witch and the Wardrobe. Filmde, İkinci Dünya Savaşı'nda Almanya'nın İngiltere'ye saldırması ile Londra'dan bir kasabaya gönderilen 4 kardeşin kaldıkları malikanede, bir elbise dolabının Narnia isminde fantastik bir dünyaya açılan bir gizli geçit bulmaları ve kral Aslan ile birlikte Narnia'yı kötü Cadı'dan kurtarmaları üzerine olan maceraları anlatılılıyor. Doğrusu gerek filmin savaş dönemini gösteren açılışı gerekse Narnia tasviri açısından çok başarılı olduğunu söylemek gerekiyor. Narnia hayvanların konuştuğu, insan-hayvan karışımı canlıların yaşadığı, zamanında kral Aslan tarafından kurulan ancak Cadı'nın ele geçirerek sonsuz bir kışa mahkum ettiği bir fantastik dünya. Gerek bu dünya gerekse canlılar çok başarılı. Özellikle kral Aslan, muhteşem bir canlı olmuş. Burda bizler için iki önemli noktayı söylemekte fayda var. Aslanın filmdeki gerçek ismi de Aslan, ayrıca çocukların asla hayır diyemedikleri tatlı da Türk Lokumu. Bu bağlamda eserine böylesine bizden parçalar ekleyen ve reklamımızı yapan C.S. Lewis'in ciddi bir Türk dostu olduğunu düşünmek yanlış olmaz diye düşünüyorum. Oyunculara bakarsak, Cadı karakteriyle Tilda Swinton başarılı performansı, dört kardeşin en küçüğünü oynayan Georgie Henley de şirin gülümsemesi ile akıllarda yer ediyor. Hikayeye dönersek, kehanete göre ortaya çıkacak dört insanoğlu ile birlikte kral Aslan dönecek ve Cadı'ya karşı beraber savaşarak onu yenecek, Narnia da eskisi gibi cennet haline dönecek. Bunu okuyunca, herşey bir çocuk romanı için gayet güzel görünüyor ancak izlediğimizde görsellik dışında senaryodaki ciddi eksiklik ve hatalar da gözümüzden kaçmıyor.

Her ne kadar fantastik bir hikaye olsa da bazı şeylerin tutarlı olması gerekiyor. Narnia'da geçirilen yıllara rağmen bizim dünyamızda hiç zaman geçmemiş olabilir, ama karşılığında burda geçen birkaç günde orda da birkaç gün geçmesi oldukça garip. Filmin sonunda büyümüş olan dört karakterimizin dolaptan geçerek dünyamıza dönmeleri ile tekrar çocuğa dönüşmeleri de bir o kadar anlamsız. Belki daha da önemlisi dünyamızda ürkek birer küçük çocuk olan karakterlerimizin, Narnia'da birden kendilerini savaşın kumandanları halinde bulmaları ile cesur, güçlü birer savaşçı haline gelmeleri.. Tabi savaşlarda hiç kan akmadığını ve Cadı dahil kimsenin tam anlamıyla karanlık bir karakter olmadığını da eklemek gerekiyor. Belki bunlar eserin kendisinde detaylı anlatımlarla anlam kazanan ayrıntılar, ancak filmde ciddi anlamda göze batan kusurlar olarak ortaya çıkıyorlar. 140 dakikalık süresi olan film zaten özellikle savaş sahnelerinde kısa kalıyor bana göre. Bütün bunların ışığında özellikle hayvanları işin içine katan hikayesi, anlam aranmaması gereken büyülü yapısı, kansız aksiyonla süslenen görsel şöleni ile tam anlamıyla çocuklara yönelik bir masal.. Bu ilk kitaptan sonra devam filmleri nasıl gelecek bekleyip göreceğiz..

Linkler:
Resmi site / IMDb / Beyazperde
Resmi sitesinde filmin oyunu hakkında bile bilgi alabilir, ayrıca fragmanını tıklayarak izleyebilirsiniz.

11 Ocak 2006

Spy Kids 3-D: Game Over (2003)


Özellikle Ankara'da Arçelik IMAX sinemaları açıldıktan sonra 3-boyutlu filmler herkes gibi benim de ilgimi çekmiş, gerçek hayattan kesitlerden ziyade 3-boyutlu animasyonlar bana daha başarılı ve anlamlı gelmişti. Elbette IMAX teknolojisi ile klasik stereoskopik 3-boyutlu çekim tekniğini aynı kefeye koymamak lazım. IMAX'in dev ekranında muhteşem kalitedeki ses ve görüntüyü gördükten sonra normal 3-boyutlu filmlerin oldukça yavan kaldığını kabul etmek gerekiyor. Yine de eski teknoloji de olsa tümü 3-boyutlu olan bir film izlemek her zaman kısmet olmuyor. Bu yüzden -3-boyutlu filmlere belki benden de meraklı olan- dostum Ersan Yıldız ile birlikte bu filmi izlemek istedik. Bayram'ın ikinci günü yakalamak istediğimiz bu sinema coşkusuna bir diğer sevgili dostum Aycan Okan da katılınca Ankara Bilkent Cinebonus sineması 17:30 seansında Salon 4'te filmimizi izledik. 6 Ocak'ta ülkemizde gösterime giren film, içeriği belki çocukları bile tatmin etmeyecek düzeyde olmasına rağmen bir saatin üzerinde 3-boyut vaad ediyor, mavi-kırmızı 3-boyut gözlükleri de hediyesi..

Film üzerine:
Robert Rodriguez'in senaryosu, yönetmenliği, müzikleri başta olmak üzere baştan sonra her alanında yer aldığı 2001 yılında başlayan Spy Kids Üçlemesinin son filmi
Spy Kids 3-D: Game Over. Önceki filmlerde ajan bir ailenin maceralarını konu alan çocuklara yönelik bir dünya kuran Rodriguez, son filminde bunu 3-boyutlu olarak karşımıza getiriyor. Ailenin ajan oğlu, gizli servisin onu tekrar göreve çağırması ile ablasının Toymaker (Oyuncu) isminde kötü adam tarafından dünyayı ele geçirmek üzere tasarlanan Game Over (Oyun Bitti) ismindeki oyunun içinde tutsak kaldığını öğrenir, görevi hem ablasını kurtarmak hem de oyunu imha etmektir. 3-boyutlu olarak izlediğimiz bölümler, maceranın tamamen bu oyunun içinde geçen kısımları, toplamda bir saatin üzerinde 3-boyutlu gözlükleriniz takılı olarak filmi izliyorsunuz. Konuya bakarsak zaten çocuklara yönelik olduğu anlaşılıyor, ama izlerken onlara göre bile oldukça basit bir içeriğe sahip olduğunu görüyorsunuz. Aslında oyunculara bakarsak Sylvester Stallone Toymaker karakteri ile başta olmak üzere George Clooney, Salma Hayek, Antonio Banderas gibi ünlüler filmde rol almışlar. Ancak 4 farklı tipte karşımıza çıkan Stallone haricinde filmin iyi olması anlamında birşey kattıklarını söylemek zor. Filmin bazen istediği için komik olduğunu kabul etsek de birçok kez de saçmalıklardan ötürü komik duruma düştüğünü söylememiz gerekiyor. Filmin içeriğini geçersek, 3-boyutlu olması konusunda yorum yapmam belki de daha doğru. Animasyon olarak bakarsak filmdeki oyunun iç dünyası güzel kurulmuş, ancak -belki de IMAX teknolojisine alıştıktan sonra- klasik anlamdaki 3-boyutun soluk renklerinin bana çok da zevk vermediğini söylemem gerekiyor. Ancak çocuk izleyicileri etkilemeyi başardığını ve merakla sonuna kadar izlettiğini tahmin etmek zor değil. Sonuç olarak 3-boyut tutkunları yada çocuklarını mutlu etmek isteyenler için izlenesi bir film olduğunu söyleyebiliriz..

Linkler:
Resmi Site / IMDb / Beyazperde
Resmi sitesi
nde filmin içindeki oyunun bir benzerini oynayabilir, ayrıca fragmanını tıklayarak izleyebilirsiniz.

5 Ocak 2006

La Lengua De Las Mariposas (1999)


SineTek Avrupa filmlerini oldukça geç keşfettim, birkaç seneyi geçmez sanırım. Zamanım uygun olduğunda yalnız da olsam mutlaka gitmeye çalışıyorum. Sadece filmleri beğendiğim için değil, belki de daha çok amatör ruhla ellerinden gelen çabayı ortaya koyan Ankara Sinema Kültürü Derneği'nin sağladığı bu güzel ortamda ben de bulunabilmek için.. Kendine has seyricisi, kaliteden ödün vermeyen filmleri, Derneğin kendi çevirileri olan altyazıların datashow aracılığı ile film perdesine aktarımı ve Dernek başkanı Bülent Gündüz'ün her filmden önce söylediği "Kusura bakmayın geç kaldık, ama işten çıkıp gelen ve bilet almakta olan birkaç arkadaş da biletlerini alır almaz hemen başlıyoruz.." sözleri ile klasikleşen SineTek Avrupa, Ankara sinema seyricisi için bir ekol olmuştur artık. Ocak ayının ilk Perşembe günü olan gösterime de yandaş bulamadığım için tek başıma gittim, her zamanki gibi önce Balkon en ön sıradan biletimi aldım, sonra Ankapol Sineması karşısındaki Otantik Kumpir'de birşeyler yedim.. Geri döndüğümde herzamanki SineTek camiası iyiden iyiye oluşmuş, ortam oldukça kalabalıklaşmıştı. Ama 19:40 sularında anca içeriye alındık, ve saat 20:00 olduğunda film ancak gösterime geçilebildi. Bunun sebebi de altyazıların perdeye aktarılmasında yaşanan teknik sıkıntı idi. Yerime oturduktan sonra Bülent Bey'in bilgisayar ve datashow ile uğraşırken yaşadığı sıkıntı da gözümden kaçmadı, tabi amatör ruha zarar gelmeden sorunu çözdüklerinde ben de rahatladım doğrusu..

Film üzerine:
La Lengua De Las Mariposas (Kelebeklerin Dili), benim en sevdiğim İspanyol yönetmen Alejandro Amenábar'ın en önemli filmlerinin yapımcısı olarak tanınan José Luis Cuerda'nın yazdığı, yönettiği ve yapımcılığı üstlendiği ödüllü bir yapım. Özellikle dikkat çeken 2000 Goya Ödülleri'nden en iyi senaryo ödülü bulunması. 1936 yılının İspanya'sında, okula yeni başlayan bir çocuğun gözünden Cumhuriyet'in getirileri ve İspanyol İç Savaşı'yla birlikte yıkılması sonucu yaşanan dramı, insanlardaki psikolojik ve politik değişimleri anlatan film, herkesi duygularıyla düşünmeye sevkediyor. Başlarda okuldan ve öğretmeninden korkan çocuğun zamanla öğrenmeye karşı olan ilgisi, gerek yeni arkadaş ortamı gerekse öğretmeninin de ilgisi ve desteği ile artar. Tıpkı babası gibi Cumhuriyetçi olan öğretmeni tam anlamıyla aydın ve en bilgi sahibi bir insandır. Hayatın güzelliklerine dair öğrendiklerinden birisi de kelebeklerin dilidir. Kelebeklerin çiçeklerin özüne ulaşmak için kullandıkları istediklerinde çok uzun olabilen ama normalde rulo şeklinde duran dilleri vardır. Öğretmeni özgür bireyler yetişmesi, herkesin hayatın güzelliklerini doyasıya yaşabilmesi gerekliliğini her fırsatta vurgulamaktadır. Ancak iç savaş ve Cumhuriyet'in yıkılması ile birlikte toplumu saran korku birçoklarında olduğu gibi ailesi içinde de hayatta kalmak adına değişimlere yol açar. Kendisi tam olarak anlam veremese de yaşananların bir parçasıdır. Değişime direnenlerden birçok insan gibi öğretmenini de karşısında bulmak zorunda kalması ise olayın en acı boyutu olacaktır.

Filmin eleştirilecek en önemli yanı, çocuğun kabuğundan çıkarak öğrenmeye meraklı birisi haline dönüşmesini oldukça uzun turuyor olması olabilir, bu yüzden iç savaş çıkması ile yaşananlar sadece filmin son çeyreğine bırakılmış durumda. Yine de bir çocuğun gözünden anlatıldığını düşünürsek böyle olması da ayrı bir anlamlı diyebiliriz. Çünkü film bir anlamda da bir çocuğun öğrenciye dönüşümü, ve eğitimin, öğretmenin doğruları adına da bir yapım. Filmin güzel senaryosu bir yana benim asıl dikkatimi çeken öğretmen Manuel Lozano ve çocuk Fernando Fernán Gómez başta olmak üzere çok başarılı oyunculukların sergilenmiş olması. Müziklerin kendi filmlerinin müziklerini de yapan Alejandro Amenábar'a ait olduğunu da belirtmekte fayda var. Filmin en güzel yeri ise hiç şüphesiz sonu, iç savaşın getirdiği dram ve değişim, afişten de anlaşılacağı üzere çok çarpıcı olarak ortaya konuyor.

SineTek Avrupa Ocak 2006


SineTek Avrupa, Ankara Sinema Kültürü Derneği'nin tüm yıla yayılan film festivali.. film+ ile birlikte derneğin en önemli ve sürekli gündemde olan etkinliği. Her hafta özenle seçilmiş ödüllü bir Avrupa filminin yer aldığı etkinlikte yıl boyunca 52 film gösteriliyor. Etkinliğin geçmişten bugüne düzenli takipçilerinin sayısı arttı ve şimdilerde oturmuş bir izleyici kitlesi ile her hafta yoğun bir talepin yaşandığını görüyoruz. 3 Ekim 2002 tarihinden bu yana aralıksız olarak devam eden SineTek Avrupa gösterimleri, her hafta Perşembe günleri 19.30 seansında 634 koltuklu Tüze Ankapol Sineması’nda gerçekleştiriliyor. Aşağıda Ocak 2006 programını bulabilirsiniz..


SineTek Avrupa Ocak 2006 Programı
Her Perşembe Saat: 19.30
Tüze Ankapol Sineması (Kızılırmak Sok. No:14, Kızılay / Tel:419 39 59)
Filmler Türkçe altyazılıdır

5 Ocak Perşembe Saat:19.30
KELEBEKLERİN DİLİ
LA LENGUA DE LAS MARIPOSAS / BUTTERFLY'S TONGUE
Yönetmen: José Luis Cuerda
2000 Goya Ödülleri: En İyi Senaryo
2000 İspanyol Sinema Yazarları Birliği En İyi Senaryo Ödülü
2000 Cleveland FF En İyi Film Ödülü
2000 Ondas Ödülleri: En İyi Yönetmen


İspanyol Sineması’nın başarılı yönetmenlerinden Alejandro Amenábar’ın Tez, Aç Gözlerini ve Diğerleri filmlerinin yapımcısı olarak tanıdığımız José Luis Cuerda, Kelebeklerin Dili ile bu kez karşımıza yönetmen olarak çıkıyor. İspanyol İç Savaşı’nın başlamasından kısa bir süre önce yaşanan gerilimli günleri bir çocuğun gözünden aktaran film, o dönemde yaşanan dramı gözler önüne seren çok çarpıcı bir yapım. Usta oyunculukları ve sağlam senaryosuyla, Cumhuriyet'in yıkılışından sonra İspanya'daki manevi, politik ve psikolojik durumu, neredeyse 40 yıl süren kinci ve baskıcı savaş sonrası dönemin bıraktığı izleri başarıyla yansıtan bir film. İnsani duygularımıza seslenen, yakın dönemde İspanya’dan çıkmış oldukça etkileyici bir film.

Film, 1936 yılında İspanya'da geçiyor. Sekiz yaşındaki Moncho için herşey gayet yolunda gitmektedir. Okula başlamış ve yeni arkadaşlar edinmiştir. İlk başta öğretmeninden çok korksa da zamanla onun ne kadar iyi yürekli ve aydın bir insan olduğunu anlamaya başlar. Zamanının büyük kısmını onunla geçirir. Öğretmeninden hayatın mucizelerine ve güzelliklerine dair sayısız şeyler öğrenmeye başlamıştır. Ancak yaklaşmakta olan İspanya İç Savaşı, Moncho’nun hayatını değiştirecektir…

19 Ocak Perşembe Saat:19.30
KALBİN SIRLARI

SECRETOS DEL CORAZÓN / SECRETS OF THE HEART
Yönetmen: Montxo Armendáriz
1997 Berlin FF Mavi Melek(En İyi Avrupa Filmi) Ödülü
1997 Chicago FF İzleyici Ödülü
1997 Ondas Ödülleri: En İyi Film
1998 Oscar Ödülleri En İyi Yabancı Film Adayı
1998 Goya Ödülleri: En İyi Yapım Tasarımı, En İyi Ses, En İyi Genç Erkek Oyuncu ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülleri
1998 İspanyol Sinema Yazarları Birliği En İyi Yönetmen, En İyi Film ve En İyi Senaryo Ödülleri
1998 Sant Jordi Ödülleri: En İyi Film
1998 Cartagena FF En İyi Yönetmen, En İyi Görüntü Yönetmeni ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülleri

Bu yıl son filmi Obaba ile İspanya’dan Yabancı Film Dalı’nda Oscar adayı olan İspanyol Sineması’nın yetenekli yönetmeni Montxo Armendáriz’in en başarılı filmlerinden Kalbin Sırları ülkemizde gösterime girmemiş bol ödüllü bir yapım. Sıradışı bir öyküyü sıradışı bir anlatımla aktaran film, Goya’da dört dalda ödül kazanmış ve En İyi Yabancı film dalında da ülkesinden Oscar’a aday gösterilmişti. Sırlarla dolu bir yaşamı aydınlatmaya çalışan iki çocuğun öyküsünü anlatan film, zaman zaman yükselen gerilimi yansıtmadaki başarısı ve gizemli anlatımıyla da seyirciyi etkiliyor. İspanyol Sineması’ndan çarpıcı ve ilginç bir yapım…

26 Ocak Perşembe Saat:19.30
MARTIN
MARTIN (HACHE) / MARTIN (H)
Yönetmen: Adolfo Aristarain
1997 Havana FF En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu ve İzleyici Ödülleri
1997 San Sebastián FF En İyi Erkek Oyuncu Ödülü
1997 Ondas Ödülleri: En İyi Kadın Oyuncu
1998 Arjantin Film Eleştirmenleri Derneği Ödülleri: En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
1998 Goya Ödülleri: En İyi Kadın Oyuncu
1998 Sant Jordi Ödülleri: En İyi Erkek Oyuncu


Daha önce Dünya’da Bir Yer filmiyle Oscar’a aday gösterilen ve ülkemizde pek tanınmayan Arjantinli usta yönetmen Adolfo Aristarain’in sinemaseverlerden büyük beğeni toplayan filmi Martin çekimleri ve olağanüstü oyunculuğuyla dikkati çeken bir yapım. Aile hayatında hayal kırıklığına uğramış bir baba ile hayattan hiçbir beklentisi olmayan oğlu arasındaki kültür ve yaşam farkını işleyen film, uygar toplumlarda ebeveyn-çocuk ilişkisine de eleştiri getiriyor. Yönetmen çarpıcı anlatımıyla Buenos Aires-Madrid arasında gidip gelen yaşamların mücadelesine çağdaş bir yaklaşım sunuyor.

Ayrıntılı bilgi için:
Ankara Sinema Kültürü Derneği
Tel:
(0312) 467 2002
Faks: (0312) 466 4824
e-mail:
info@askfest.org
www.askfest.org

3 Ocak 2006

King Kong (2005)


AFM'nin 10. yılı sebebiyle, biletlerin yeni yılın ilk haftası boyunca 5 YTL olduğunu öğrenince, sinemada olmazsa olmaz denilebilecek bir filmi Ankara Migros AFM Sineması'nda izleyelim istedim, sağolsun dostum Levent Güner -her ne kadar sonunda pek memnun kalmasa da- tekrar bana eşlik etti. Büyük ekranda görsel bir şölen izlemek umuduyla gitmemize rağmen, VIP salonunda nispeten küçük -ama birçok sinema salonunun da ekranından büyük- bir ekranda izledik filmimizi. Türkiye'de 16 Aralık 2005 tarihinde vizyona giren film, Organize İşler, Babam ve Oğlum gibi yerli filmlerin gerisinde kalmasına rağmen ABD'de henüz ülkemizde gösterime girmeyen The Chronicles of Narnia: The Lion, the Witch & the Wardrobe ile 3 haftadır amansız bir gişe yarışına girmiş durumda.

Film üzerine:
Üç yıla yayılan The Lord of The Rings Trilogy ile sinema severlerin gönlünde taht kuran Peter Jackson'ın büyük hayali olarak gerçekleştirdiği King Kong, malumunuz 1933 yapımı orijinal filmin yeniden çevrimi. Üstelik yönetmenin ısrarla belirttiği üzere aslına tamamen sadık kalarak çekilen bir yapım. 1930'un sıkıntılı New York'unda genç ve güzel bir aktris ile başarılı bir oyun yazarı, macera ve para hırsıyla dolu bir film yapımcısının yeni filmi uğruna keşfedilmemiş bir adada vahşi yerliler, yabani yaratıklar, dinozorlar ve adanın kralı Kong isminde dev bir goril ile yüzleşmek zorunda kalırlar. Kong'un güzel aktrise olan tutkusu, yakalanıp New York'a götürülmesine yol açmakla kalmaz, kendi sonunu da hazırlar. Açıkcası söylediğim gibi zaten başını sonunu bildiğimiz bir film olması sebebiyle görsellik uğruna izlemek istediğim bir filmdi, ancak izlerken bende eski dizileri (örneğin Kara Şimşek) tekrar izlediğimizde hissettiklerimizin bir benzeri olarak saçma gelen çok fazla şey oldu, üstelik orijinal filmi tam olarak izleyip izlemediğimden emin olamadım hala da değilim. Burda Peter Jackson'un tamamen orijinale sadık kaldığını göz önünde bulundurursak, hikayenin senaryonun çok açık mantık hataları ile dolu olduğunu görüyoruz, en başta gemi hareket ettiğinde peşlerindeki polislerin bunları durduraması, ada çevresinde gemilerini kontrol etmekte büyük güçlük çekmelerine rağmen defalarca kolayca sandal ile adaya gidip gelebilmeleri, adada bulunan dev dinozorların hiçbiri nedense yerlilerle içli dışlı değilken sadece Kong'a kurban vermeleri, Kong yakalandıktan sonra New York'a nasıl getirildiği, ve belki daha birçok şey daha.. Keşke Jackson biraz senaryoyu adam etmeye çalışsaymış sadık kalmak yerine..

Bunları geçersek filmin temelinde genç aktrisi oynayan Naomi Watts var, Kong ve ikisi arasındaki duygusallığı gerçekçi kılabilmek için gelişen olaylar ve sonrasında da aralarındakilerin sonuçları filmin bütününü oluşturuyor diyebiliriz. Doğrusu benim en beğendiğim sahneler de ikisinin yalnız olduğu sahneler aslında. Açıkcası Naomi Watts rolünün hakkını fazlasıyla verse de Jack Black ve Adrian Brody filme pek birşey katamamışlar. Bunun yanında bir kez daha emin oluyoruz ki fantastik bir dünya kurmakta Peter Jackson büyük bir usta, ada ortamı genel olarak çok başarılı.. Ancak görsel şov olarak nitelenebilecek dinozorların kaçışı, dev böcek ve yaratıkların ortaya çıkışı ve Kong'un 3 T-Rex ile dövüş sahneleri her ne kadar yeterince tatmin edici görünse de tam olmamış, hatta abartı kaçmış dedirtti bana. Görsel efekt olarak Kong ne kadar başarılı ise dinozorların -özellikle Jurassic Park filmine kıyasla- o kadar başarısız olduklarını da eklemem gerekiyor. Yine de özellikle T-Rex ve Kong aynı karede çok şık duruyordu doğrusu.. Tabi bunun yanında benim özellikle merak ettiğim Kong'un New York şehri içindeki hareketli sahneleri idi. 1930ların New York'unu oluşturmada son derece başarılı olan Jckson, Kong'u da bu sahnelere kusursuz eklemeyi bilmiş doğrusu. Filmin sonuna gelirsek, Kong'un yavaşlatılmış olarak gökdelenden yere düşüşü ile bitse çok daha memnun olurdum sanırım..

Linkler:
Resmi Site / IMDb / Beyazperde
Ayrıca fragmanını tıklayarak izleyebilirsiniz.

1 Ocak 2006

Organize İşler (2005)


Yılbaşından önceki gün filme gidelim dediğimde bazı arkadaşlarım (aslında sadece biri o kendisini bilir :)) bana güldü ama sağolsun dostum Levent Güner ile birlikte Kızılay Büyülüfener Sineması'nda nispeten ön sıralarda yer bularak izledik filmi. Biraz da yılbaşı öncesi Ankara'nın şenlikli halini görmek için inmiştik Kızılay'a ama film sayesinde İstanbul'un en güzel manzaralarını görme fırsatı bulduk doğrusu..23 Aralık 2005'te -benim belki de bir film için şimdiye kadar gördüğüm en çok sayı olan 444 salonda- gösterime girdi, öyle ki halen Ankara AFM Migros Sineması'nda 2 salon hariç hepsinde oynuyor. Benim de aslında gereğinden fazla abartıldığını düşünerek önyargı ile beklentilerimi azalttığım ve sinemada izlemesem de olur dediğim bir yapımdı..

Film üzerine:
2000 yapımı Vizontele ve 2003 yapımı Vizontele Tuuba filmlerinden sonra yeniden Yılmaz Erdoğan'ın yazdığı, yönettiği ve başrolünü oynadığı Organize İşler her işin karmaşık olduğu, araklanan yada araklayan taraftan birinin içinde olmaktan başka yolun olmadığı metropol kenti İstanbul'da saf bir süpermenin tercihleri üzerine bir film. Bildiğimiz üzere tüm BKM ekibi filmde rol almış, Cem Yılmaz'ı eklemeyi de unutmamışlar. Açıkcası izlediğimde, belki de beklenti pek olmadığında oldukça eğlenceli ve hoş bir seyirlik buldum. Filmin bütününe hakim muhteşem İstanbul manzaraları ve güzel müzikleri zaten sizi alıp götürüyor. Vizontele Tuuba filminde edinilen helikopter kamera becerisi, tüm İstanbul'u belki de abartılı olarak en güzel şekilde seyretmemize olanak sağlamış. Müziklerden de filmin sonunda yer alan Nil Karaibrahimgil'in Organize İşler şarkısı gerçekten çok hoş.. Bunlarla birlikte her ne kadar akılda kalıcı bir yanı olmasa da yer yer ilginç mizahi yaklaşımlarla boş ama hoş bir hikayesi de var. Filmin en önemli sorunu gereğinden fazla kalabalık tutulan oyuncu kadrosu olmuş, bu da tüm BKM oyuncuları yeralsın şeklindeki klasik Yılmaz Erdoğan mantığından kaynaklanıyor sanırım. Özgü Namal, Altan Erkekli, Demet Akbağ, ve Cem Yılmaz'ın özenli oyunculuklarını es geçmemek lazım tabi ki. Özellikle Cem Yılmaz'ı böylesine farklı bir karakterde izlemek unutulmayacak bir deneyim. Senaryoya biraz daha çeki düzen verilse ve az ama öz bir oyuncu kadrosu sağlansa, çok daha akılda kalıcı bir filme imza atılabilirmiş. Yine de özellikle İstanbul manzaraları, güzel müzikleri, Cem Yılmaz'ın varlığı ile hoş vakit geçirmek isteyenler için güzel bir seyirlik olmuş..

Linkler:
Resmi Site / IMDb / Beyazperde
Ayrıca fragmanı tıklayarak izleyebilirsiniz.