21 Eylül 2007

Goya's Ghosts (2006)

Bu sefer bir değişiklik yaparak -daha iyi ifade edemeyeceğimi düşündüğüm için- gözlem ve anlatım konusunda benden daha usta bir kişiye sözü bırakıyorum :)

---
Goya’yı izlemek için gidenler hayal kırıklığına uğruyor mudur bilmem, her ne kadar film adını Goya karakterinden alsa da, bütün olan bitenler otobiyografik bir eserin arka planı olmayıp, bilakis Goya bir dokümanter edasıyla arka planda.

Öncelikle bu filmin eleştirilme potansiyeline dikkat çekmek isterim sanırım. Sanat eserine yönelik eleştirilerin yoğunluğunu, her zaman olmasa da, içeriğinin gücüne ve provakatifliğine de yorabileceğimizi düşünüyorum çünkü.
Üzerinde titizlikle çalışılmış, doygun bir film olduğunu, pekala başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Öykünün ve figürlerin kendi zenginliklerinin yanısıra, sinema dili ve anlatma yöntemleri açısından da dikkate fazlasıya değer bir film Goya’nın Hayaletleri. Milos Forman absürd olana odaklanan (ki bunu Goya’nın eserlerinde de gördüğümüzü konuşmuştuk arkadaşımla), mümkün mertebe karikatürize eden bir yöntem seçmiş kendine. Bunun çok çarpıcı bir sinema dili yaratmış olduğunu izleyerek gördük, ama acıtıcı bir yan etkisi olmuş korkarım, bundan birazdan söz ederim.

Film boyunca süregiden abartma ( ki karikatürize etmenin başat niteliği olduğu da düşünülebilir) şüphesiz ki maksat edinilen birşey. Yaşanan acılardaki abartmadan filan sözetmiyorum, onlar aksine simgeselleştirilmiş, dolayısıyla indirgenmişler diye düşünüyorum -ki bu da anlaşılabilir. Sözünü ettiğim abartma oportünizm (yararcılık) konusunda. Değerlerin bir insan ömrü içinde bu sıklıkta altüst olduğu bir tarihsel dönemi yaşayan film karakterleri, hayatta kalmak için görüyoruz ki sürekli maske değiştiriyorlar. Filmin bütün ironisinin de bunun üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz; İspanya krallığından ve ruhban sınıfından nefret ederek başladığımız filmi Napolyon’dan, Fransız devriminin tırnak içinde söylenmesi gereken mottosundan, gülünç insan hakları beyannamesinden, ve nasıl söyleyeyim, koca bir Avrupa tarihinin ikiyüzlülüğünden tiksinerek bitiriyoruz. Bu liste uzar, “uygarlık” kavramından, insanlık tarihinden, en nihayetinde kendi varoluşumuzdan, insanlığımızdan tiksinerek.

Bütün bu gülünçleştirmenin çok haklı tarihi nedenleri var, ama hiç mi tehlikesi yok? İnsanlık varolduğu sürece tahakküme, eşitsizliğe, zorbalığa yönelik onurlu bir mücadele hep varoldu. Onuru ayıklamak zor görünüyor, ama tarih de yazılıyor, insan eliyle! Devrimler, kendi koşulları içerisinde insanlık tarihine illa ki ilerici katkılar da yaptılar, yapmış olmalılar ki bu noktadayız. Tarihe ve geleceğe ideal dünya düzeni algısıyla değil de, biriken bir mücadele geleneği, biriken kazanımlar, eşitlikçi, özgürlükçü, ilerici kazanımlar gözüyle bakan herkes, sanırım filmi izlerken onurun bu kadar gözardı edilmesinden rahatsız olmuştur.

Bu arada, oyunculuklar fevkalede iyi, diyaloglar da öyle. Tıpkı Goya’nın eserleri gibi, son derece çarpıcı bu film. İzleyiniz efenim. :)

Özlem Çakır
---

Linkler:

21 Haziran 2007

Scenes of a Sexual Nature (2006)

Vizyondan önce SineTek Avrupa Haziran 2007 Programı içinde izleme fırsatını buldum Scenes of a Sexual Nature (Aşk Manzaraları) filmini. Ed Blum'un yönettiği ve Ewan McGregor dışında çok tanınmamış oyunculardan oluşan bir kadroya sahip olan yapım güçlü mizahi diyaloglara dayalı bir nevi yeni nesil İngiliz romantik komedisi.

Konusunu aşağıdaki orijinal SineTek açıklamasında bulabileceğiniz filmde, ilk bakışta çok birşey yok gibi görünüyor, tek bir mekan, çiftlerin ilişkileri üzerine dönen diyaloglar, ağır bir tempo, çiftler arasında bir kesişmeye yada sonuca bağlanmayan bir final.. Evet, bunların hepsi filmin gerçeği ama hepsi birbirinden farklı ve ilginç çiftlerin ilişkilerinden gündelik kesitler gerçekten oldukça esprili bir dille anlatıyor, üstelik bu yemyeşil bir doğada, gerçekten etkileyici oyunculuklar ve izleyiciyi gerçekten güldüren diyaloglar ile sağlanıyor. Hal böyle olunca da biraz ağır ilerleyen yapısına rağmen, oldukça başarılı bir film ortaya çıkıyor.

Bildik İngiliz romantik komedilerinden esintiler taşısa da genel anlamda çok daha yalın ve farklı bu filmi herkesin zevkle izleyeceğini düşünüyorum.

Linkler:
Resmi Site / IMDb / Beyazperde


SineTek Avrupa Haziran 2007 Programı:
Tüze Metropol Sineması (Selanik Cad. No:76, Kızılay / Tel:425 74 78)
21 Haziran Perşembe Saat:19.30
AŞK MANZARALARI / SCENES OF A SEXUAL NATURE

İngiltere, Renkli, 35mm, Görüntü 1:2.35, 2006, 91’
Yönetmen: Ed Blum
Oyuncular: Holly Aird, Eileen Atkins, Hugh Bonneville, Tom Hardy, Douglas Hodge

Seks ve aşk... Bazıları bir türlü yaşayamaz, bazıları için ihtiyaçtır, bazıları umursamaz, bazıları satın alır, ancak bir şekilde, herkesin hayatında ikisine de yer vardır. Bizi birbirimize bağlayan güce nasıl inanabiliriz? Birinin bizden hoşlandığını ya da bize âşık olduğunu nasıl anlayabiliriz? Bir anda ömrümüzün kalanını o insanla geçirmek istediğimize nasıl karar verebiliriz? Aşk Manzaraları, aşkın değişik halleri karşısındaki davranışlarımıza renkli bir pencereden bakan eğlenceli bir film.

Londra’da güneşli bir öğleden sonra, 7 çiftin aşk ve seks hayatlarının ayrıntılarına tanık oluruz. Boşanmak üzere olan ve birlikteliklerini baştan sona gözden geçiren bir çift, evlat edinme hakkı kazanmış olan eşcinsel bir çift ve eski günlerini özleyen yaşlı bir çiftin hayatlarını görürüz. Farklı bir noktada, sevgilisinden yeni ayrılmış bir kızı kendisiyle birlikte olmaya ikna etmek için çabalayan bir genç ve kocası bir genç kızın iç çamaşırına baktığı için onunla tartışan karısı vardır. Piknik alanında birbirleri ile hiç karşılaşmamış bir çift birbirlerini tanımaya çalışmaktadır. Tüm bunlardan uzak, her şeyin imkansızlığının farkında olan biri ise tek başına bağlılık üzerine odaklanmaktadır…

16 Haziran 2007

Shrek the Third (2007)

Belki de en çok sevilmiş animasyon karakterlerinden birisi olan Shrek’in son macerası Shrek The Third (Şrek 3) filminde yönetmen bu sefer Andrew Adamson yerine Chris Miller ve Raman Hui ikilisi, seslendirenler ise aynı kadro Mike Myers (Şrek), Eddie Murphy (Eşek), Cameron Diaz (Prenses Fiona), Antonio Banderas (Çizmeli Kedi) ve ek olarak Justin Timberlake (Prens Artie). Yerli kadroda ise Şrek yine Okan Bayülgen tarafından seslendirilirken, Eşek ise Mehmet Ali Erbil yerine Sezai Aydın tarafından seslendirilmiş. Yine masal kahramanlarının farklı şekilde ele alındığı komik ve mesaj veren bir Şrek macerası var karşımızda.

Bu son macerasında Şrek, Prenses Fiona ile mutlu beraberliklerine devam ederken ölen babaları Kral Harold’un tahtı kendisine bırakmak istemesine karşı çıkarak, Eşek ve Çizmeli Kedi ile birlikte tek varis olan kuzen Prens Arthie’yi aramaya koyulurlar. Bu sırada krallığı ele geçirmek isteyen Yakışıklı Prens’le de savaşmak zorundadırlar, tabi bir de aileye katılacak sürpriz üyeler olacaktır :) Kral Arthur, Lancelot, Büyücü Merlin, Uyuyan Güzel, Pamuk Prenses, Rapunzel, Cinderella, Kaptan Hook gibi birçok masal karakteri filmde her birlikte yer alıyorlar ve bilinen karakterler bir kez daha bambaşka maceralar yaşıyorlar..

Genel yorumlar, serinin artık konuları tükettiği ve sıkıcı bir yapıma imza atıldığı yönünde olsa da, ben peşinen izlerken çok eğlendiğimi belirtmek isterim. Özellikle bebek eşek-ejderler ve filmin sürprizi bebek Şrekler (aslında bebek devler demem lazım sanırım, malum Şrek bir dev ve "baby ogre" olarak geçiyor orijinalinde) sizi kahkaya boğacak derecede sevimli ve komikler..

Eleştirilerden sonra yeni bir devam filmi olur mu bilinmez ama animasyon ve masal dünyasına kattıkları çok olan Şrek serisi hep keyifle izlenecek doğrusu..

Linkler:
Resmi Site / IMDb / Beyazperde

8 Haziran 2007

Ocean's Thirteen (2007)

Bir yeniden çevrim olarak başlayan serinin son halkası Ocean’s Thirteen (Ocean’s 13) filminde başta yönetmen Steven Soderbergh, oyuncular George Clooney, Bradd Pitt ve Matt Damon tüm çete yine iş başında. Aslında tüm demek pek doğru değil çünkü Danny Ocean’ın çetesinde bu sefer hiçbir bayan yok, filmin artısı ise kötü rolde karşımıza çıkan Al Pacino. Bu bölümde de her zamanki gibi hızlı, aksiyon ve macera dolu bir eğlencelik var karşımızda.

Filmin konusuna kısaca bakarsak, bu sefer herşey intikam için. Las Vegas’ta geçen macerada, çetenin akıl hocasının yeni bir kumarhane açma yolunda ortaklık kurduğu Al Pacino’dan yediği kazık sonrası kalp krizi geçirmesi üzerine Danny Ocean ve çetesi olası her yolu düşünerek kumarhaneyi batırma ve intikam alma planları yaparlar, bakalım ne kadar başarılı olacaklar.. Her zamanki hareketli ve hızlı anlatım yapısını koruyan filmde, oyunculukların da aynı derecede iyi olduğunu söylemek mümkün.. Ancak genel düşüncenin aksine, filmi izlerken bende Al Pacino’nun -varlığı yetse de- çok daha etkili olabileceği hissi oluştu. Ayrıca, bayanların olmaması da oyuncular anlamında en önemli eksi sanıyorum.

Soderbegh’in incelikli çekimleri, karakterlerin atışmaları ile ortaya çıkan espriler bu filmde de fazlasıyla mevcut. Filmin belki de öne çıkan en hoş yanı, birbirlerini çok iyi tanıyan Brad ve George’un tam anlamıyla leb demeden birbirlerinin leblebi demelerini anlamaları :) Filmin sonunda -seriye uygun olarak izleyicinin beklemediği şekilde- herkese haddini bildiren bir sürpriz olması da cabası.

Açıkcası genel yorumlar, ikinci filmden çok daha iyi ve ilk filmin havasını yakalamış bir yapım olduğu yönünde. Bana kalırsa, ilk film kadar olmasa da sonraki iki film de eğlenceli bir macera olarak gayet başarılı yapımlar, ancak aralarında ciddi bir fark da yok. Sonuçta akılda kalmayacak eğlencelik bir seri bu, ama fazlasıyla da başarılı.

Linkler:
Resmi Site / IMdb / Beyazperde

5 Haziran 2007

Sunshine (2007)

İngilizlerin aykırı yönetmeni Danny Boyle’un yönettiği, Cillian Murphy ve Michelle Yeoh ile birlikte benim çok tanımadığım uluslararası bir oyuncu kadrosuna sahip olan Sunshine (Gün Işığı), belki de uzun zamandır hasretini çektiğimiz has bir bilim-kurgu denemesi. Ancak ne yazık ki çok başarılı bir uzay gemisi atmosferi yaratabilmesine rağmen anlattığı konunun merkezindeki temel hatalar sebebiyle birinci sınıf bir bilim-kurgu olma fırsatını kaçırıyor.

Konuya kısaca bakarsak, 2057 yılında ölmekte olan Güneş’in etkisi kar ve buz altında kalan Dünya’da iyice hissedilmektedir ve tek çare olarak konularında uzman bir grup astronot Icarus II isimli uzay gemileri ile dev bir yıldız bombasını Güneş’in merkezine yollamak üzere uzun bir yolculuğa çıkmışlardır. Ancak bu ilk deneme değildir ve 7 yıl önce de aynı şekilde yola çıkan Icarus I'den haber alınamamıştır. Kahramanlarımız yolculuk sırasında bir yandan birbirleri ile hesaplaşırken, bir yandan da gemilerinde çıkan ciddi sorunlarla uğraşmak zorunda kalırlar. Güneş’e yaklaştıklarında Icarus I ile karşılaşmaları ile işler daha da ilginç bir hal alacaktır.

Genel anlamda yapısı itibariyle 2001: A Space Odyssey’ten çok uzak olmayan yapım, yarısından sonra gelişen olaylarla da adeta Alien filmini akıllara getiriyor. Oyunculuklar vasatın üzerine pek çıkamasa da görsel olarak çok iyi bir atmosfer yaratılmış ve sanıyorum filmin başarısı da sadece buna bağlanmış. Filmi izlerken karakterlerin kimler olduğunu anlasak da oldukça yüzeysel olarak ilişkiler ve kişilikler aktarılıyor, hatta kimin öncelikli görevi olduğu bile tutarsız bir şekilde işleniyor, öyle ki bir sahnede hayatı rahatlıkla riske atılan fizikçinin daha sonraki sahnelerde hayatı korunmak üzere başkaları feda edilebiliyor.

İşlenen konu ise aslında gerçekten ilginç, zaman zaman bilimsel verilerle de inandırıcılığı artırılıyor ancak ne yazık ki temelleri sağlam kurulmadığı için en baştan itibaren sırıtıyor. Olayın bilimsel boyutuna bakarsak uzay gemisinin güneş ışınlarından korunması önündeki dev bir kalkan yardımı ile sağlanıyor, gemi sürekli kalkanın arkasında Güneş’e doğru ilerliyor. Ancak plana göre mekik Güneş’e iyice yaklaşınca bomba merkezine doğru yollanacak ve kahramanlarımız ters istikamette son sürat uzaklaşarak Dünya’ya geri dönecekler. Tabi burada şöyle bir soru akla geliyor, kalkan da uzay gemisiyle mi dönecek, yoksa bomba ile Güneş'in derinlere kadar mı gidecek? Her iki durumda da bir terslik var :) Tabi filmi izlerken görüyoruz ki aslında bomba zaten Güneş ışınlarına karşı dayanıklı bir materyal ile kaplı imiş ki gerçekten en derinlere kadar gidebiliyor, tabi bu durumda akla gelen soru da, madem böyle bir teknoloji var tüm mekik neden onunla kaplı değil?

Uzay gemisinin bu kadar uzun bir yolculuk boyunca yeterli oksijen ve yiyeceğe sahip olması oldukça gerçekçi olarak işlenmiş. Gerçek bitkilerden oluşan bölümde oksijen üretimi sağlanmakla kalınmıyor, aynı zamanda taze sebze ve meyveler de yetiştiriliyor. Burdaki temel sorun da neden bu bölümün yedeklemesi yapılmamış ve tek bir oksijen üretim merkezi var? :)

Eğer bu temel tutarsızlıkları dikkate almadan izlenirse incelikli bir çalışmanın ürünü olduğu belli olan bir bilim-kurgu var karşımızda..

Links:

3 Haziran 2007

Mr. Brooks (2007)

15 yıl aradan sonra yönetmen koltuğuna oturan Bruce A. Evans'ın yönettiği Mr. Brooks, Kevin Costner, Demi Moore, Dane Cook ve William Hurt gibi dikkat çekici bir kadroyu bir araya getiriyor. İçerik olarak oldukça dolu işleniş olarak da oldukça renkli olan film, çoğunlukla farklı filmlerin birleşimini andıran yapısı ile bir başyapıt olma şansını elinin tersi ile itiyor.

Filmin konusu, iş ve aile yaşamında son derece başarılı ve zengin bir adam olan Mr. Brooks'un, öldürmeye bağımlı bir ikinci kişiliği olması sebebiyle geceleri bir seri katile dönüşmesi ve kendisinin peşindeki sert bayan polis dedektifi ile zamanla oluşan ilginç ilişkileri olarak özetleyebiliriz. Elbette, hiçbir zaman iz bırakmayan ve açık vermeyen seri katilimizin, bir seferinde bir fotoğrafçıya yakalanması olayları daha karmaşık hale getirecek, bu üçlü arasında sonu süprizlere gebe bir çıkar kovalamacasına dönüştürecektir.

Açıkcası, bu film için net olarak iyi yada kötü demek gerçekten çok zor, daha çok garip ve ilginç diyebiliriz :) Gerek bir anti-kahraman hikayesi, gerek bir polisiye-macera, gerek bir aile dramı olabilecek derecede dolu dolu olan yapım, izleyiciyi kesinlikle hayal kırıklığına uğratmasa da adeta alt türlerinde en iyi olmuş -Batman , Seven, Silence Of The Lambs gibi- filmlerden sahnelerin birleşimi gibi..

Çizilen zengin, başarılı iş adamı ve gizli kimliği Batman'in tam tersi bir kahraman, dedektifimizin iz sürdüğü zamanlar tıpkı Seven filminden alınma sahneler, dedektif ve seri katilin arasında gelişenler sanki Silence Of The Lambs filmindeki ilginç ilişki.. Dolayısıyla, her ne kadar birleşiminde cidden ilginç, seyir zevki yüksek bir film ortaya çıksa da izleyicide yoğun olarak ben bunu izlemiştim duygusu uyandıran bölümler olması yapımın değerlendirmesine olumsuz yansıyor.

Bunun yanında, bir yandan da resmen kendisi ile eğlenen bir yönü var filmin. Belki de bu yüzden bu alıntı duygusuna rağmen yapımın içindeki kıvılcımı hissedebiliyor ve birşeyler eksik olmasa bir başyapıt olabilirdi diyorsunuz. Ayrıca, Kevin Costner'in uzun bir aradan sonra bu film sayesinde geri dönmesi, William Hurt ile birlikte oluşturdukları başarılı ikili, Dane Cook'un da onlarla boy ölçüşebilecek derecede iyi oyunculuğu filmin en önemli artıları.

Sonlara doğru -her ne kadar tahmin edebilebilir olsalar da- süprizlerle seyirciyi şaşırtmayı deneyen filmin, potansiyeline uygun olarak devam filmlerine açık bir şekilde sona erdiğini de not düşmek gerek.

Sonuç olarak izlemesem kayıp olarak nitelendirebileceğim bu ilginç filmi, hem Kevin Costner için hem de anlattığım farklı yapısı için izlemenizi öneririm.

Links:
Resmi Site / IMDb / Beyazperde

29 Mayıs 2007

Elementarteilchen (2006)

Benim pek tanımadığım Alman yönetmen Oskar Roehler'in elinden çıkan, Moritz Bleibtreu, Christian Ulmen, Martina Gedeck ve Franka Potente'nin başrollerde yer aldığı Elementary Particles (Temel Parçacıklar), aşk ve cinsellik üzerine farklı bir deneme.

Michel Houellebecq'in romanından uyarlanan yapımda annelerinin hippi tarzı bir yaşamı tercih etmesi sebebiyle, sorunlu çocukluklar geçiren iki üvey kardeşin kendilerine çizdikleri bambaşka hayat içinde aşk ve cinsellik yönünden sıkıntılarının farklı izdüşümlerini konu ediliyor. Kardeşlerden birisi kendisini cinsellikten ve aşktan uzak bilime adarken, diğeri de tatminsizlik içinde her türlü arayışın içine giriyor.

Kendisini bilime adayan kardeşin genetik kopyalama üzerine buluşlara imza atan dünyaca ünlü bir biyolog olması ve doğurganlık ile cinselliği bu sayede birbirinden ayırmayı amaç edinmesi de filme ismini veren ve ana mesajını içeren önemli bir nokta.

Oyunculukların gayet iyi olduğunu söyleyebileceğimiz film, tam olarak neyi niçin anlattığını izleyiciye net aktaramasa da farklı bir anlatımı olan ilginç bir hikayeye sahip olduğu muhakkak. Belki biraz daha ince elenip sık dokunsa çok daha iyi bir yapım ortaya çıkabilirmiş.

Linkler:

27 Mayıs 2007

Pirates Of The Caribbean: At World's End (2007)

P.O.T.C. 3 olarak da isimlendirilen Pirates Of The Caribbean: At World's End (Karayip Korsanları: Dünyanın Sonu) serinin tüm filmlerinde olduğu gibi Gore Verbinski'nin yönettiği eşsiz Jack Sparrow karakterine hayat veren Johnny Depp ile birlikte Geoffrey Rush, Orlando Bloom ve Keira Knightley'in başrollerde yer aldıkları bir yapım. Serinin bütününde olduğu gibi korsanlar yine askiyon ve komedinin doruklarında bir macera yaşıyorlar.

Filmin iki önemli artısı da uzakdoğulu korsan lordu
Captain Sao Feng rolü ile Chow Yun-Fat ve Jack'in babası Kaptain Teague rolüyle The Rolling Stones'un gitaristi Keith Richards. Tahminler Jack'in babasının daha ön planda olacağı yönünde olsa da kendisinin bu kısa role oldukça yakıştığını belirtmem gerekiyor.

Filmin konusuna kısaca bakarsak, korsan kahramanlarımız Kaptan Jack Sparrow'u ve Siyah İnci'sini Kraken'in yolladığı ölüler diyarından geri getirirler, bu arada Lord Beckett Davy Jones'un kalbinin kontrolü kendisinde olduğu için Davy Jones ve Uçan Hollandalı'sı ile denizlerden bütün korsanları temizlemek için karanlık bir işbirliğine gitmişlerdir. Tek çare dünyanın her tarafından korsan lordlarını toplayarak uzlaşmak ve bir yol bularak korsanların yok edilmesinin önüne geçebilmektir.

Serinin bütünündeki mizah ve macera zaten karakterler arasındaki ilişkilerin çıkarlarına göre anlık değişimlerine dayanıyor. Bu bölümde de bunu yoğun olarak yaşıyoruz, her karakterin birbiri ile olan husumeti, bir an beraber bir başka an farklı davranlamaları sizin de hem kafanız karışarak hem de keyifle olanları izlemenize yol açıyor.

Diğer iki filmden farklı olarak benim en çok hoşuma giden taraf, Kaptan Jack Sparrow'un çeşitli sekanslarda kişilik bölünmelerinin tiyatral bir şekilde betimlenmesi oldu. Özellikle ölüler diyarında gemisi başındaki bölüm gerçekten etkileyici idi. Johhny Depp'in klasikleşen oyunculuğu ile Jack'in bugüne kadar ortaya koyduğu farklı karakteri bütünleyen ve belki de açıklayan önemli bir noktaydı.

Önemli bir konu da filmin bitişi ile hemen salondan ayrılmamanız gerektiği, bitiş yazıları ardından oldukça hoş ve önemli bir sahne giriyor. Açıkcası ilk iki filmde de bu tür sahneler olduğunu okudum, ancak sanırım onları izlememiştim ki şuan pek hatırlayamıyorum. Ama serinin geleceği adına bu sahneyi kaçırmamanızı öneririm ;)

Aslında uzun süre serinin son filmi olduğu söylenen ve büyük çoğunluğu ikinci bölüm ile birlikte çekilen yapım, tüm bilinmezleri çözüme ulaştırarak seriyi mutlu bir sona tamamlasa da devama açık bir şekilde sona erdiğini belirtmek lazım. Açıkcası filmin bitiş yazıları ardından gelen sahneyi izlememiş olsaydım yeni bir ölümsüzlük arayışı ile bir macera geliyor diyebilirdim, ama son sahne ardından yeni nesil korsanlar ile bambaşka konulara açılım sağlanabileceği de açıkca ortada :) Daha fazla açıklama yapmadan bekleyelim görelim demek en doğrusu sanırım.

Tüm artılara rağmen filmin en önemli eksisinin çok uzun süresi olduğu söylenebilir. İlk bölümü 143 dk., ikinci bölümü 150dk olan serinin bu son filmi tam 168dk. Bu kadar uzun olması izleyicinin biraz filmden kopmasına ve savaş sahnelerinin gereksiz yere uzatıldığının düşünülmesine yol açıyor doğrusu.

Sonuç olarak herşeyi ile sadece korsan filmlerinin değil, belki de macera-komedi-aksiyon filmlerinin en iyisi olan bir serinin son halkası var karşımızda. Kaptan Jack Sparrow ve arkadaşlarını mutlaka izleyin diyorum.

Linkler:

19 Mayıs 2007

Zodiac (2007)

Hayatımın yönetmenleri olan iki David'in son iki filmini izleyebilmeyi dört gözle bekliyordum, Fincher'in Zodiac filmi ve Lynch'in Inland Empire filmi. Inland Empire ne zaman ülkemizde gösterime girer henüz bilemiyorum ama Zodiac gösterime girer girmez soluğu sinemada aldım doğrusu. Her ne kadar gerçek olaylardan uyarlanma olan filmin ağır ve sıradan olduğu yorumlarını okusam da Fincher'in filmi beğenmeme ihtimalim olamaz düşüncesi ile izledim ve yanılmadım.

Filmde San Francisco'nun en ünlü ve çözülemeyen seri katil vakası olan Zodiac gerçek olaylara ve kişilere uygun olarak anlatılıyor. Film katili araştıran -daha doğrusu katili bulmayı takıntı haline getiren- iki polis ve iki gazeteciyi hikayenin merkezine alarak, neredeyse tüm yaşananları ve şüphelileri 1960lardan 1990lara kronolojiye uygun olarak ortaya koyuyor. Gerçekten ağır bir ritmde ilerlese de gerek çözülmeye çalışılan dava, gerekse gerçekçi dönem tasviri ve güçlü karakter anlatımı ile sonuna kadar merakla izleniyor.

Filmin uyarlandığı kitabı da yazan gazeteci olan Robert Graysmith rolünde Jake Gyllenhaal -davaya olan takıntısı sonucu çok şeyini kaybeden bir adama göre biraz sade ve temiz kalsa da- sırıtmayan bir oyunculuk çıkarıyor. Onun dışında Mark Ruffalo, Anthony Edwards, Robert Downey Jr. gibi güçlü oyuncular da rol alıyorlar. Özellikle Mark Ruffalo Kirli Harry'e ilham veren karakteri hakkını vererek ortaya koyuyor.

Sonuç olarak usta Fincher'in en iyi filmi olmasa da kendine has özelliklerini görebildiğimiz, özellikle görüntü ve sanat yönetimi açısından olabildiğince detaylı ve stilize bir film var karşımızda.

Linkler:

14 Mayıs 2007

Shooter (2007)

Açıkcası ilginç olabilecek konusunu sıradan ilerleyen bir aksiyon ile harcayan bir film Shooter (Tetikçi). Mark Wahlberg, Michael Peña ve Danny Glover'in başrolde olduğu filmde yönetmen önemli aksiyon filmlerde imzası bulunan Antoine Fuqua.

İşlenen konuya bakacak olursak, emekli bir keskin nişancı asker başkana bir suikast planını önlemek için görev aldığını düşünürken kendisini suçlu olarak buluyor ve bunun sonrasında kaçarken gerçek suçluları da bulmaya çalışıyor. Onurlu bir geçmişten adalet arayışına şeklinde bir slogana sahip.


Filmin ilk bölümü olan komploya düşmesine kadarki süreç gerçekten iyi işlenmiş, ancak bundan sonra tam bir kırılma oluyor ve düz ilerleyen bir aksiyon filmi izlemeye başlıyoruz. Efektler ve aksiyon sahneleri gerçekten tatmin edici, tempo düşmeden hızla da ilerliyor, ancak yine de çok daha iyi olabilirdi düşüncesi hakim oluyor doğrusu. Özellikle keskin nişancılığın incelikleri üzerine o kadar abartılı cümleler duyuyoruz ki ortalama izleyiciye bile fazla geleceğini düşünüyorum :) Oyunculuklar sırıtmasa da Mark Wahlberg'in kaslarının bolca göründüğü filmde akılda kalıcı bir performans da yok diyebiliriz.

Belirtmem gereken bir nokta da aslında filmde ciddi bir Amerikan eleştirisi var, birçok yerde gerek şuanki politikalar açıkca eleştiriliyor, gerekse özellikle Afrika örneğinde dünya üzerinde çıkarlar için yapılan insanlık suçları açıkca ifade ediliyor. Bu anlamda yapımı ve yönetmeni takdir etmeden geçmemek lazım.

Sonuçta aksiyon severler -özellikle keskin nişancı meraklıları- için izlenesi bir film olduğunu söyleyebiliriz, ama çok büyük beklenti ile izlememekte fayda var.

Linkler:
Resmi Site / IMDb / Beyazperde

6 Mayıs 2007

Spider-Man 3: The IMAX Experience (2007)

Tıpkı ilk iki filmde olduğu gibi Sam Raimi'nin yönettiği Spider-Man 3 (Örümcek Adam 3), kesinlikle serinin en çok konu ve karakteri içeren bölümü. Komedinin ve aksiyonun en üst seviyeye ulaştığı bu üçüncü macerada, Tobey Maguire, Kirsten Dunst ve James Franco gibi bildiğimiz oyuncuların yanı sıra Bryce Dallas Howard, Topher Grace ve Thomas Haden Church de seriye katılıyorlar.

Dostumuz Peter Parker, bu bölümde Mary Jane ile evlenme planlarına girişmişken, önce kendi benliğini sorgulamasına sebep olan bir dünya dışı yaratık ile uğraşıyor, sonra da üç ayrı düşman ile savaşmak zorunda kalıyor; aynı yaratığın farklı bir bedende ortaya çıkardığı Venom, amcasının gerçek katili olarak hapisten kaçan ancak bilimsel bir deney sonucu başkalaşım geçiren Sandman (Kum Adam) ve en yakın dostunun babasının izinden gitmesi ile karşısına çıkan New Goblin (Yeni Goblin). Bu son sürat macera sırasında Gwen karakteri olarak izlediğimiz Bryce Dallas Howard güzelliği ile filme ayrı bir katkı yapıyor, devam filmlerinde kendisini izleyeceğimizi umuyorum :)

IMAX versiyonunu izleme imkanı
bulduğum yapımda, yüksek maliyetin hakkını verecek derecede gerçekci ve etkileyici olan aksiyon sahnelerini IMAX görüntü ve ses kalitesi ile izlemek büyük bir keyifti doğrusu. Teknik ve görsel anlamda mükemmel olan filmdeki temel sorun, karakter sayısının fazla olması sebebiyle -uzun süresine rağmen- olaylar arası geçişlerin ve karakterlerin tavır değişikliklerinin oldukça hızlı gerçekleşmesiydi. Buna rağmen en iyi çizgi roman uyarlaması kabul edilen bir seride kesinlikle sırıtmayan, son derece eğlenceli bir devam filmi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Geçmişte bir üçleme olarak planlanan serinin devam filmlerinin de geleceğinden emin olarak, meraklısı olmasanız da bu keyifli macerayı kaçırmamanızı öneriyorum.

Linkler:

Not:
Televizyonda ikinci bölümü tekrar izleyince görüyorum ki görsel efektler ciddi anlamda önceki bölümün ilerisinde.

3 Mayıs 2007

The Reaping (2007)

24 dizisinden tanıdığımız Stephen Hopkins'in yönettiği ve Hilary Swank ile David Morrissey'in başrolünü paylaştığı The Reaping (Hasat Zamanı), kaynağını doğa ötesi hatta dini temellerden alan bir gerilim. Bu anlamda en baştan, filmi bilimkurgu kategorisinde değerlendirenlere bir anlam veremediğimi söylemem gerekiyor.

Ailesini kaybetmesi ardından misyoner inançlarını tamamen kaybetmiş ve kendisini doğaüstü olayları bilimsel olarak açıklamaya adamış bir profesörün, uzak bir kasabada yaşanan doğaüstü olayları çözmek istemesi ile başlayan, gerek geçmiş ile hesaplaşması gerekse, inançları doğrultusunda doğru yolu arama çabası olarak özetleyebiliriz filmi. Açıkcası Hristiyanlık'taki on ölümcül günah üzerine kurulan gerilim, bu anlamda Türk izleyicisini ne kadar tatmin eder bilemiyorum ama, filmin kendi içinde merak uyandıran ve sürükleyici bir anlatımı var. Özellikle küçük oyuncu AnnaSophia Robb'un performası gerçekten dikkate değer.

Sanıyorum yapım ile ilgili temel eleştiri, sonunun beklentileri çok karşılayamaması ve biraz klişe olarak bir devam filmine göz kırpacak şekilde sona ermesi. Açıkcası gizemin çözülmesi kısmında seyirciyi ters köşeye yatıran filmler hep hoşuma gitmiştir, beklenmedik bir son olmasa da bu yapımdaki sonu da kötü bulmadığımı belirtmek isterim.

Linkler:

2 Mayıs 2007

Next (2007)

Aksiyon filmleri ile tanıdığımız Lee Tamahori'nin yönettiği Next, Türkçe bir isim bulunmasındansa Next & Nextstar uydu alıcısının sponsorluğunda gösterime girdi. Philip K. Dick'in bir hikayesinden uyarlanan filmde Nicolas Cage, Julianne Moore, Jessica Biel gibi önemli oyuncular başrolde.

Kendisi ile ilgili iki dakika geleceği görme yeteneğine sahip -ama bunu devletin elinde bir kobay olmaktansa özgür yaşamak adına saklayarak ufak sihirbazlık numaraları ile geçinmeyi tercih eden- bir adamın, sevdiği kadın, devlet ajanları ve nükleer bomba sevdalısı teröristler arasında kalması filmin hikayesini oluşturuyor. Tabi bu arada bol bol geleceği görme konusu üzerine hikaye gelişiyor. Nicolas Cage'in oyunculuk anlamında bir kez daha vasatı aşamadığı yapımda, geleceği görme mizahi yönde dahi fazla abartılmış. Detaylara çok girmek istemiyorum ama, mantığı sorguladığımda yaşananların olasılıksızlığa giden yapısı beni tatmin etmedi doğrusu.

Sonuçta nereden geldiği belli olmayan yetenek sahibi bir süper kahramanın dünyayı kurtarma maceralarından birisini izler gibi hissetsem de, eğlenceli sıkılmadan izleyeceğiniz bir yapım olduğunu söylemeliyim.

Linkler:
Resmi Site / IMDb / Beyazperde

27 Nisan 2007

Perfect Stranger (2007)

Şahsen pek tanımadığım James Foley'in yönettiği Perfect Stranger (Kusursuz Yabancı), her ne kadar Bruce Willis başrolde görünse de elbette Halle Berry ve aslında Giovanni Ribisi ekseninde geçen süpriz finale sahip bir dram.

Mevki ve para sahibi insanların karanlık yönlerini ortaya çıkarmakla ünlü bir bayan gazeteci ve ortağının, öldürülen arkadaşlarının katili olduğunu düşündükleri ünlü bir reklamcının peşine düşerek olayı kanıtlama çabalarını anlatan filmde, asıl gerçek süpriz finalde ortaya çıkıyor. Ancak bu final, dikkatli olmayan bir izleyici için dahi anlaması zor olmayacak tutarsızlıkları beraberinde getiriyor. Bunun yanında karakterlerdeki değişimler, filmi ilginç kılmak için yapılmış olduğu belli olsa da çok gerçek dışı duruyorlar. Film gerilim vaadine karşılık bunu da başaramasa da, belki de en kayda değer yönü sanal ilişkiler - gerçek kimlikler üzerine tespitleri.

Akıllarda kalacak bir yapım olmamasına ve tüm tutarsızlıklarına rağmen, -belki de şaşırtıcı şekilde- filmi sonuna kadar sıkılmadan izlediğimi eklemem gerekli :)

Linkler:
Resmi Site / IMDb / Beyazperde

25 Nisan 2007

Paris, Je T'aime (2006)

Emmanuel Benbihy'nin film konseptini oturtarak geçişleri yönettiği Paris, I Love You (Paris, Seni Seviyorum), 20 farklı yönetmenin Paris ve aşk üzerine 20 farklı çalışmasından oluşuyor. Neredeyse 1 ay kadar geç izleme fırsatı bulmuş olsam da Paris'i seven birisi olarak önemli yönetmenlerden bu seçkiyi görme fırsatı bulmuş olduğum için seviniyorum.

Temelde Paris'te aşk üzerine kısa filmler olsa da, korkudan fantastiğe, dramdan komediye her alanda çalışmalar görmek mümkün. Gerek farklı yapıları, gerekse kısa süreleri izleyiciyi sürekli dikkat ve heyecan içinde izlemeye yönlendiriyor. Her yönetmene 5 dakikalık süre içinde kendini anlatma fırsatı verilen yapımda, özellikle Coen kardeşlerin komik metro macerası 'Tuileries', Vincenzo Natali'nin fantastik vampir aşkı 'Quartier de la Madeleine', Tom Tykwer'in hareketli kör aşkı 'Faubourg Saint-Denis' bölümlerinin yanında izleyiciyi süprizleriyle şaşırtan iki bölüm dikkatimi çekti. İlki Alfonso Cuarón'un bir kadın iki adam arasındaki bir aşktan tahmin edemeyeceğiniz ailevi bir ilişkiye dönen ilginç hikayesi 'Parc Monceau', diğeri de Richard LaGravenese'in heyecan arayan bir çift ile bir tiyatro oyunu arasında gidip gelen hikayesi 'Pigalle'.
Gerçekten birbirinden ünlü birçok oyuncunun güzel performansları da filmi renklendiriyor. Paris'i görmüş olan herkesin kendinden birşey bulacağı filmde, -mezarlık da olsa :) - hiç görmediğiniz bir köşe de mutlaka karşınıza çıkacaktır.

Filmle ilgili olumsuz olarak söyleyebileceğim temel konu, bölümler arasındaki geçişler. Her ne kadar bu konuda birşeyler yapılmış olsa da filmlerin tamamen bağımsız ele alınması ve hiçbir ortak karakterin olmaması sebebiyle oldukça kopuk bir toplam elde edilmiş. Yönetmenin tercihi olarak da isimler verilmeden, bölümler karışık bir kurguda ortaya konmuş. Açıkcası, ben biraz daha ince geçişlerin olduğu ve bölümlerin başında yönetmenlerin de zikredildiği bir yapıyı tercih ederim.

Sonuç olarak, Paris'i ve aşkı seven herkesin keyifle izleyebileceği, bazen hüzünleceği, bazen güleceği, bazen de şaşıracağı bir seçki var karşımızda..

Linkler:
Resmi Site /
IMDb / Beyazperde

24 Nisan 2007

Pasolini Filmleri Haftası

Pasolini Filmleri Haftası / Pasolini Retrospective
Usta İtalyan yönetmen Pasolini'nin filmleri 25-29 Nisan 2007 tarihleri arasında Tüze Ankapol Sineması'nda!

Ankara İtalyan Kültür Merkezi ve Ankara Sinema Kültürü Derneği(ASKD) tarafından, Tüze Grup ve Radyo ODTÜ’nün desteği, İtalyan Dışişleri Bakanlığı, Cineteca Bologna ve Pasolini Vakfı’nın işbirliği ile usta İtalyan yazar, şair ve yönetmen Pier Paolo Pasolini’nin 20’ye yakın filminden oluşan bir toplu gösterim Ankaralı sinemaseverlerle buluşuyor. 25–29 Nisan tarihleri arasında Ankara Tüze Ankapol Sineması’nda gerçekleştirilecek olan gösterimler kapsamında yer alan bütün filmler 35mm olup, Türkçe altyazılı olarak gösterilecek.

Yalnızca İtalyan sinemasının değil belki de dünya sinemasının gelmiş geçmiş en önemli, en aykırı yönetmenlerinden biri olan Pier Paolo Pasolini, muhalif ve renkli yaşamı, siyasi fikirleri, tabulara ve iktidara karşı çıkışıyla bilinen cesur sinema dili ve çarpıcı filmleriyle ölümünün üzerinden 30 yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen hala çok konuşulan bir yönetmen. Etkinlikte usta yönetmenin 1961 yılından başlayarak 1975 yılına kadar çektiği 22 filmden 17’si Ankaralı sinemaseverlerin karşısına çıkıyor.


PROGRAM:
25 Nisan Çarşamba
17.00 Kısa Filmler
19.00 Binbir Gece Masalları / Il Fiore delle Mille e Una Notte

26 Nisan Perşembe
17.00 Belgesel Filmler
19.00 Şahinler ve Serçeler / Uccellacci Uccellini
21.00 Kral Oidipus / Edipo Re

27 Nisan Cuma
17.00
Salo ya da Sodom’un 120 Günü / Salo o le 120 Giornate di Sodoma
19.00 Mamma Roma
21.00 Aziz Matyas’a Göre İncil / Il Vangelo Secondo Matteo

28 Nisan Cumartesi
12.00
Kısa Filmler
14.30 Binbir Gece Masalları / Il Fiore delle Mille e Una Notte
17.00 Teorem / Teorema
19.00 Dekameron / Il Decamerone
21.00 Medea

29 Nisan Pazar
12.00
Belgesel Filmler
14.30 Canterbury Öyküleri / I Racconti di Canterbury
17.00 Aşk Buluşmaları / Comizi d'Amore
19.00 Domuz Ahırı /
Porcile
21.00 Salo ya da Sodom’un 120 Günü / Salo o le 120 Giornate di Sodoma

Bilet Fiyatı:
Kısa ve Belgesel Filmler* (tek fiyat) : 3 YTL

Diğer Seanslar (tek fiyat) : 5 YTL

*Kısa Filmler, 80'
Krem Peynir / La Ricotta, 36'
Ay’dan Görünen Dünya / La Terra Vista dalla Luna, 30'
Kâğıttan Çiçek Bölümü / La Sequenza del Fiore di Carta, 14'
*Belgesel Filmler, 71'
Öfke / La Rabbia, 53'
Sanaa'nın Duvarları / Le Mura di Sana'a, 18'

Ayrıntılı bilgi:
Ankara Sinema Kültürü Derneği
Tel:
(0312) 467 2002
Faks: (0312) 466 4824
e-mail:
info@askfest.org / program@askfest.org
www.askfest.org

22 Nisan 2007

Pars: Kiraz Operasyonu (2007)

Osman Sınav, milli duyguları ön plana çıkaran polisiye-macera dizilerini bu ülkede en iyi yapan yapımcı yönetmenlerden bir tanesi. Bu bağlamda birkaç filmlik bir serinin ilki olan Pars: Kiraz Operasyonu tür meraklısı herkes gibi benim de dikkatimi çekmişti. İzlemeden önce filmin hem iyi hem de oldukça kötü olduğuna dair çeşitli yorumlar da okumuştum, ancak ikinci kategoriye hak vereceğimi pek düşünmemiştim.

Öncelikle konunun özünün, ve uyuşturcuya dair verilen mesajın da oldukça güzel olduğunu düşünüyorum. Ama karakter-oyuncu seçimi, oyuncu performansları, diyaloglar, aksiyon sahneleri gibi birçok konuda sınıfta kaldığını söylemek zorundayım. Herşeyden önce ne Mehmet Kurtuluş ne de Pelin Batu rollerine hiç uymamış, birkaç yan karakter dışında performanslar da hiç tatmin edici değil. Aksiyon filmin başı ve sonunda gereksiz derecede abartılı mevcutken, bunun dışında oldukça yavan diyaloglar filme egemen kılınmış.
Açıkcası, politik yaklaşım olarak azınlık yada yabancı uyruklu insanların hep kötü olmalarını da oldukça yadırgadım.

Tüm eleştirilerime rağmen işlediği konu itibariyle, uyuşturucu ticaretine kimlerin bulaştığına dair verdiği fikirler ve özellikle sonda verdiği sayısal gerçekler itibariyle dikkat çeken bir film. Umuyorum devam maceraları Osman Sınav'dan beklenene yakışır olarak eleştirdiğimiz açılardan çok daha tatmin edici olur..

Linkler:
Resmi Site / IMDb / Beyazperde

18 Nisan 2007

The Fountain (2006)

Limak 18. Ankara Uluslararası Film Festivali sayesinde ülkemizde gösterime girmeyen çok önemli bir filmi daha izleme şansım oldu. Pi, Requiem For A Dream gibi unutulmaz filmlerin artık usta statüsündeki yönetmeni Darren Aronofsky'nin son filmi The Fountain (Kaynak) son yıllarda izlediğim en etkileyici filmlerden bir tanesi. Hayatın kaynağını sorgulayan, ölüm ve yaşamı çok güzel tasvir etmeyi başarmış fantastik bir yapım.

Üç farklı zaman diliminde, birbiri içine karışmış, hayal-gerçek birlikteliğinde anlatılan olaylar temelinde ölümsüz bir aşk hikayesi var. Tabii ki bu hikayenin kahramanları Hugh Jackman ve Rachel Weisz'in muhteşem performanslarını da peşinen vurgulamak lazım, her ikisi de kusursuz oyunculuk çıkarmışlar. Tabi böylesine bir senaryoyu hem yazan, hem de inanılmaz bir görsellik kurarak filme aktarabilmeyi başaran Aronofsky'yi bir kez daha hayal gücünü bizlere aktarabilme başarısı için tebrik etmem gerek.

Dokunaklı yapısı, farklı zamanlarda açılımlar halinde gelişen kurgusu, oyunculukları ve özellikle ölüm tasvirinin büyülü görselliği ile kaçırılmaması gereken bir film..

Linkler:
Resmi Site / IMDb / Beyazperde

Özellikle resmi sitesinin Experience bölümünde filmi üç farklı zaman diliminde yaşama imkanınız var.

14 Nisan 2007

Saibogujiman Kwenchana (2006)

Limak 18. Ankara Uluslararası Film Festivali sayesinde merak ettiğim bir filmi izleme şansım oldu. Oldboy ile gönülleri fethetmiş olan Chan-wook Park'ın intikam üçlemesinden sonra çektiği I'm a Cyborg, But That's OK (Ben bir Robotum ama Sorun Değil) genel anlamda komediye yakın bir yapım olsa da özünde içerdiği şiddet ve intikam konusu da gözlerden kaçmıyor.

Akıl hastanesinde geçen filmde kendisini bir Cyborg sanan ve büyük annesinin intikamını almak isteyen bir kız ile kendisine yardım ederken aşık olan hırsız bir genç etrafında olaylar gelişiyor. Her karakterin özellikleri ve sorunları izleyenleri hem güldürüyor, hem de şaşırtıyor. Bir yerden sonra akıl hastalarının kendi içlerinde ne kadar tutarlı ve düzgün hareket ettiklerini bile düşünüyorsunuz.

Açıkcası hızlı ilerleyen bir film olmadığı için zaman zaman sıkılabileceğinizi söylemek isterim. Ancak Cyborg sahneleri başta olmak üzere, efektlerin hakim olduğu anlar izleyicileri gerçekten şaşırtıyor. Filmin özüne gelirsek aşk intikamı yeniyor diyebiliriz.

Linkler:
Resmi Site [kr] / IMDb / Beyazperde

West Bank Story (2005)


Limak 18. Ankara Uluslararası Film Festivali'inde Ödüllü Yabancı Kısa Filmler bölümünü kaçırmak istemedim. Ödül almış 8 filmin içerisinde özellikle En İyi Kısa Film Oscar Ödülü'nü almış olan West Bank Story (Batı Bankası Hikayesi) en merak ettiğim filmdi diyebilirim.

Yönetmen Ari Sandel bu ilk filminde, Filistin-İsrail çatışmasını farklı bir yaklaşım ile müzikal-komedi olarak eleştirmiş. Film, başladığı andan sonuna kadar abartılı karakterleri ile hem güldüren, hem de içerdiği göndermeler ile konu üzerine önemli mesajlar vermeyi başarıyor. Özünde hakların kardeşliği ve aşkın her türlü düşmanlığın önüne geçmesi gerektiğini eğlendirerek çok güzel gösteriyor. Sanırım festivale de bizzat katılan Ari Sandel'in ismini bundan sonra daha sık duymaya başlayacağız.

Linkler:
Resmi Site / IMDb/ Beyazperde

11 Nisan 2007

Limak 18. Ankara Uluslararası Film Festivali


Limak 18. Ankara Uluslararası Film Festivali, 12-22 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Festival 12 Nisan’daki Açılış Gecesiyle birlikte başlıyor. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Farabi Salonu’nda gerçekleştirilecek Açılış Gecesi 20:30’da başlayacak. Gecede, Fatma Girik’e Aziz Nesin Emek Ödülü ve Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne Kitle İletişim Ödülü, Erhan Bener’e ise Sanat Çınarı Ödülü verilecek. Gecede Vokaliz adlı grup filmlerden müzikleri “a capella” olarak yorumlarken, bu sene kısa film Oscar'ını alan Ari Sandel’in West Bank Story filmi Türkiye’de ilk kez gösterilecek. Yönetmen Ari Sandel geceye katılırken kendisine teşekkür plaketi sunulacak.

Film gösterimleri, söyleşiler ve panellerle birlikte Festival’in ilgi çekici etkinliklerinden bir diğeri "Festival Partisi" olacak. Sinemayla müziği birleştiren Festival partisi bu yıl 13 Nisan Cuma günü Saklıkent’te gerçekleştirilecek. Partide Baba Zula ve Murat Meriç sahnede olacak. Kapı açılış saatinin 19:00 olduğu gecede, parti konukları saat 19:15’te Gökçe Kaan Demirkıran’ın “Müzikte Bir Deney: Anadolu Rock” adlı belgeselini izleyebilecekler.

Festival film gösterimleri, Kızılay Büyülü Fener Sineması’nda gerçekleşecek. Bilet fiyatları öğrenci 6 YTL, tam 8 YTL. Filmler ve program için linklere bakmakta fayda var.

Linkler:
Resmi Site / Beyazperde

8 Nisan 2007

Premonition (2007)

Genellikle çevremden olumsuz eleştiriler alsam da Sandra Bullock'un oynadığı ve fragmanı da son derece ilginç olan Premonition (Sıradışı) filmini izlemek istedim. Mennan Yapo isimli bir Türk yönetmenin ilk önemli filmi olması da ayrıca dikkat çeken bir durum.

Geçmişte birçok örnekleri olan aynı günü tekrar yaşamak, zamanda yolculuk, kaderin değiştirilemeyeceği gibi konuları harmanlayan ancak kendi özünde farklı bir konu yakalamayı başarmış bir film Premonition. Elbette derinleri düşünürsek belki birçok tutarsız, anlamsız bölüm bulabiliriz. Ancak gerek Sandra Bullock'un varlığı gerekse genel anlamda sürükleyici olarak izleyiciyi sonuna kadar merakta bırakabilmesi filmin en büyük artıları. Sonuç olarak bana göre -Sandra zaafının da etkisi mutlaka olmuştur- zevkle ve merakla izlenen gerçekten sıradışı bir film var ortada.

Linkler:
Resmi Site / IMDb / Beyazperde

7 Nisan 2007

El Laberinto del Fauno (2006)

VÜzerinde çok konuşulan, en iyi yabancı film Oscar'ını alamasa da 3 Oscar ile adından her anlamda çok söz ettiren, Guillermo Del Toro'nun belki de en iyi filmi Pan's Labyrinth (Pan'ın Labirenti) sonunda ülkemizde vizyona girdi. Hem politik hem de fantastik yapısı ile dikkat çeken yapım, izleyenleri gerçek dünya ile karanlık bir hayal alemi arasında yolculuğa davet ediyor.

İspanya iç savaşı zamanlarında, faşist diktatör ve direnişçiler arasında kalan bir çocuğun savaşın vahşetinden kendi fantastik dünyasına girerek kaçmak istemesi gerçekten etkileyici bir konu. Gerçek mi hayal mi kesin çizgilerle ayrılmadan ilerleyen filmde, sizi kendine hayran bırakacak -belki de korkutacak- doğaüstü canlılar izleyeceksiniz. Hayaller ile gerçeklerin filmin sonunda hüzünlü bir şekilde birleşmesi ise filmin etkileyici yanı sanırım. Yönetmenin hayal dünyasının ürünü olan karanlık atmosfer ve karakterler, izlemesi bazen zor şiddet ve kan dolu sahnelere yol açsa da bütün olarak ele alındığında ciddi anlamda bir başyapıt var karşımızda. Müziklerin da ayrıca dikkat çekici olduğunu eklemek isterim.

Linkler:
Resmi Site / IMDb /